Sayfalar

_____________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________

Çarşamba, Nisan 23, 2014

Emil Michel Cioran | Ölüm Üzerine Çeşitlemeler

Vasily Polenov | Killed Soldier. Near the Village of Mechka. | 1883
I - Hiçbir şeye dayanmadığı için, bir gerekçenin gölgesi bile bulunmadığı için, hayatta sebat ederiz. Ölüm fazla kesindir; bütün sebepler onun tarafında bulunur, içgüdülerimize esrarengiz gelir; düşünüşümüzün önünde, berrak ve itibarsız bir halde, bilinmeyenin sahte cazibesi olmaksızın belirir.

Hükümsüz sırları biriktire biriktire, anlamsızlığı tekeline ala ala, hayat ölümden fazla ürküntü verir: Büyük Meçhul odur.

Bunca boşluk ve anlaşılmazlık nereye varabilir? Günlere tutunuruz, çünkü ölme arzusu fazla mantıksaldır, bundan dolayı da işe yaramazdır. Hayat belirgin, tartışılmaz açıklıkta tek bir gerekçeye sahip olsaydı kendini yok ederdi; içgüdüler ve önyargılar Tutarlılık'la temasa geçtiklerinde ortadan kalkarlar. Soluk alan her şey teyit edilemeyenle beslenir; birazcık mantık ilavesi bile, varoluş Sağduyusuzluk çabası için uğursuz olurdu. Hayata sarih bir anlam verin: Hemen o an cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kılar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar bayağılaştırabilirdi. Zira hayatın anlamını konu alan bir müspet bilim yeryüzünü bir günde ıssız bırakırdı; Arzu'nun verimli gayri muhtemelliğini de hiçbir çılgın yeniden canlandıramazdı.

II - İnsanlar, en nazlı ölçütlere göre sınıflandırılabilir: mizaçlarına göre; eğilimleri, düşleri ya da salgı bezlerine göre... Kravat değiştirir gibi fikir değiştirilir; zira her fikir, her ölçüt, dışarıdan, zamanın biçimlenişlerinden ve tesadüflerinden gelir. Fakat kendimizden gelen, kendimiz olan bir şey vardır; görünmez, ama içsel olarak teyit edilebilir bir gerçeklik; her an kavranabilen ve hiçbir zaman kabullenmeye cesaret edilmeyen ve ancak tüketilmeden önce gündeme gelen uygunsuz ve ezeli bir mevcudiyet: Ölümdür bu, hakiki ölçüt odur... Bütün canlıların en mahrem boyutu olan ölüm, birbirine indirgenemeyen iki düzene ayırır insanlığı... Bu iki düzen arasındaki mesafe, bir akbabayla bir köstebek, bir yıldızla bir tükürük arasındakinden de fazladır... Ölüm duygusu olan insanla bu duyguya hiç sahip olmayan arasında, iletişimi mümkün olmayan iki dünyanın uçurumu açılır; bununla birlikte ikisi de ölür; fakat biri ölümünden habersizdir, ötekiyse bunu bilir; biri sadece bir anda ölür, ötekiyse sürekli ölmektedir... Ortak koşullan ikisini de birbirine karşıt uçlara yerleştirir; iki aşırı uca ve aynı tanımın içine; uzlaşmazlıklarıyla aynı kadere maruz kalırlar... Biri sanki ebediymiş gibi yaşar; öteki devamlı olarak ebediyetini düşünür ve bunu her düşüncesinde inkar eder.

Hiçbir şey hayatımızı değiştiremez, hayatı iptal eden kuvvetlerin içimize aşama aşama sızması dışında hiçbir şey. Ne büyümemizdeki sürprizler, ne de yeteneklerimizin serpilmesi hayata yeni bir ilke katar; hayatın nezdinde ancak tabiidir onlar. Tabii olan hiçbir şey de bizi kendimizden başka bir şey haline getiremez.

Ölümün önbelirtisi olan her şey, hayata bir yenilik meziyeti katar, onu dönüştürür ve büyütür. Sağlık, hayatı olduğu halde, kısır bir kimlik içinde muhafaza eder; oysa hastalık bir faaliyettir; insanın sergileyebileceği en yoğun faaliyet, kendini kaybetmiş ve... duraklamak bir harekettir; hareket göstermeksizin bol bol enerji sarfetmektir, tamiri imkansız bir gök parıltısını düşmanlıkla ve tutkuyla beklemektir.

III - Ölüm saplantısına karşı, aklın gerekçeleri gibi ümidin kaçamaklarının da işe yaramaz olduğu ortaya çıkar: Anlamsızlıkları, ölme iştahını azdırmaktan başka şeye yaramaz. Bu iştahın üstesinden gelmek için bir tek "yöntem" vardır: Bunu sonuna kadar yaşamak; tüm hazlarına, tüm boğucu sıkıntılarına maruz kalmak; bundan kaçmak için hiçbir şey yapmamak. Doyasıya yaşanan her saplantı kendi aşırılıklarıyla kendini ortadan kaldırır. Ölümün sonsuzluğu üzerinde dura dura düşünce bunu yıpratmayı başarır, bizi bundan tiksindirir; bu negatif fazlalığın elinden hiçbir şey kurtulmaz; ölümün itibarını tehlikeye düşürüp azaltmadan önce, bize hayatın boşunalığını gösterir.

Kendini bunaltının zevklerine kaptırmamış; düşüncelerinde, sönüp gitme tehlikesinin lezzetine bakmamış, zalim ve yumuşak yok oluşların tadını almamış kişideki ölüm saplantısı hiç iyileşmeyecektir: Bunun ıstırabını çekecektir, çünkü buna direnmiş olacaktır; oysa bir dehşet disiplininde ustalaşmış kişi, kendi kokuşmuşluğu üzerine düşünerek kendini kararlılıkla kül haline getirmiş kişi, ölümün geçmişi'ne doğru bakacaktır - kendisi de artık yaşayamayan bir dirilmiş'ten başka bir şey olmayacaktır. "Yöntem"i onu hem hayattan hem ölümden kurtarmış olacaktır.

Her esaslı tecrübe uğursuzdur: Varoluşun katmanlarında bir kalınlık noksanlığı vardır; bunları kazan yürek ve varlık arkeoloğu, arayışlarının sonunda boş derinliklerle karşılaşır. Görünümlerin zırhını boş yere özlemle arayacaktır.

Sözüm ona en yüksek sırların ifşaatı olan Antik Esrar'dan bize bilgi konusunda hiçbir şey intikal etmemiştir. Herhalde müptedilerin hiçbir şey aktarmama zorunlulukları vardı; fakat yine de aralarından tek bir gevezenin çıkmamış olması akıl alır gibi değildir; bir sırda böylesine inat etmekten daha ters bir şey var mıdır insanın tabiatına? Aslında hiçbir sırrın olmamış olmasındandır bu; olup biten ayinler ve ürpertilerdir. Perdeler kaldırıldığında, ortaya sonsuz uçurumlardan başka ne çıkabilirdi? Sadece hiçliğin sırlarına giriş yapılabilir ve canlı olmanın gülünçlüğünün.

...Yanılgıdan kurtulmuş yüreklerin katılacağı bir Eleusis töreni* düşünüyorum, tanrıların ve yanılsama ateşliliğinin olmadığı açık bir Esrar...

____________________
* Dinî sırları açıklamak için yapılan törenler. (ç.n.)


Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.

Salı, Nisan 22, 2014

Albert Caraco | İçinde Yaşadığımız Şehirler

Beyoğlu, İstiklal Caddesi | Türkiye / İstanbul
İçinde yaşadığımız şehirler ölümün okullarıdır, çünkü gayri insanidirler. Bu şehirlerin her biri uğultunun ve leş kokusunun kesiştiği kavşaklar halini almıştır, her biri binalardan oluşan bir kaos olmuştur, bu şehirlerin içine milyonlarcamız yığılarak, yaşama nedenimizi yitirmekteyiz. Biz çaresiz bahtsızlar, kendimizi saçmalık labirentine iyi kötü girmiş hissediyoruz ve buradan ancak ölümüz çıkacak, çünkü bizim yazgımız daima çoğalmakta, tek amacımız da sayısızca ölmekte. İçinde yaşadığımız şehirler, çarkın her dönüşünde birbiri ardına hissettirmeden ilerliyor, birbirleriyle kaynaşma özlemiyle yanıp tutuşarak; bu yürüyüş mutlak kaosa doğru, uğultu ve leş kokusu içinde. Çarkın her dönüşünde arazi fiyatları artıyor, boş alanı yutan labirentin içinde plasman geleri şehir duvarlarını günden güne yükseltiyor. Paranın para getirmesi ve içinde yaşadığımız şehirlerin ilerlemesi şart olduğundan, her kuşağın evlerinin iki misli yükselmesi ve iki günde bir suların kesilmesi de meşrudur. Mimarların tek özlemi, bize hazırladıkları kederden kaçıp kırda yaşamaya gitmektir.

Albert Caraco | Kaos'un Kutsal Kitabı | Çeviri: Işık Ergüden | Versus Kitap | 120 s.

Cuma, Nisan 11, 2014

Nietzsche | Tan Kızıllığı | Önsöz | 1

Kapadokya / Derinkuyu Yeraltı Şehri | Nevşehir / Türkiye
Bu kitapta bir "yeraltı insanını" iş başında bulacaksınız, sondaj yapan, kazan, gömen birisini. Havasızlık ve karanlığın yaratacağı uzun süreli her sıkıntıya pek fazla aldırış etmeden, onun ne kadar yavaş, dikkatli ve ödün vermez bir inatçılıkla ilerlediğini göreceksiniz, elbette eğer böyle bir derinlik çalışmasını görebilecek gözleriniz varsa; bu belirsiz işinde bile onun mutlu olduğunu söyleyebilirsiniz. Sanki kendisine bir inanç yol gösteriyor, bir teselli onu avutuyor gibi değil mi? Belki de kendi uzun karanlığını istiyor, kendi anlaşılmazlığını, gizliliğini, gizemliliğini, çünkü o ne elde edeceğini biliyor: kendi sabahını, kendi kurtuluşunu, kendi tan kızıllığını?.. Hiç kuşku yok, geri dönecektir: ona aşağıda ne işi olduğunu sormayın, bu sözde Trophonios* ve yeraltı insanı, yeniden "insan olunca", size kendisi anlatacaktır. İnsanın onun gibi uzun süre köstebek olarak yaşayıp, yalnız kalınca, susma yetisini tümüyle kaybeder...

_________________________________
* Trophonios Kehanet merkezi çok değerli olan, Boiotialı bir kâhin tanrı. Yunan gezgin ve coğrafyacı Pausanias, Trophonios'un kehanet merkezini görmüştür ve onun kendisine başvuranları yeraltına bizzat götürüp doğrudan açıklamalarda bulunuşunu anlatmaktadır. [Tan Kızıllığı'nın İngilizce çevirisinden dipnot. Daybreak: Thoughts on the Prejudices of Morality, Ed.: Maudemarie Clark ve Brian Leiter, çev.: R. J. Hollingdale, Cambridge Universty Press, 2001 (R. J. Hollingdale n.)]

Friedrich Nietzsche | Tan Kızıllığı | Çeviri: Özden Saatçi | Say Yayınları | 287 s.

Çarşamba, Mart 26, 2014

Theodor W. Adorno | Çimenli Tümsek

Francisco Goya | Absurdity of Carnival | [1816-23]
Anababalarımızla ilişkilerimiz, sıkıntılı bir dönüşüm geçiriyor. Ekonomik iktidarsızlık, bir zamanlar sahip oldukları o heybetli, ürkütücü otoriteyi de aldı onlardan. Bize zorla benimsetmeye çalıştıkları gerçeklik ilkesine, kolay vazgeçmeyenler karşısında her zaman gazaba dönüşebilen o ciddiyet ve ayıklığa isyan etmiştik. Oysa şimdi genç olduğunu iddia eden ama bütün tepkilerinde eskilerden çok daha yetişkin, çok daha kaşarlanmış olduğunu gördüğümüz bir kuşak var karşımızda - o asık yüzlü, otoriter ve sarsılmaz gücünü, hiçbir çatışmaya girmeksizin kendi isteğiyle teslim olmuş, feragat etmiş olmasından alan bir kuşak. Belki tarihin her döneminde hissettiği bir şeydir insanların: Babalar kuşağının fiziksel gücü azaldıkça iktidarı da aşınıp zararsızlaşır, ama aynı anda genç kuşak da daha gençlerin soluğunu duymaya başlar ensesinde: Düşmanca karşıtlıklarla bölünmüş bir toplumda, kuşaklar arasındaki ilişki, dipteki kaba gücün varlığını gizleyemeyen bir rekabet ilişkisidir hep. Ama bu, Oidipus karmaşasından değil, düpedüz baba katilliğinden esinlenmiş bir modele doğru geriliyor bugün. Nazilerin simgesel canavarlıklarından birinde, çok yaşlılar öldürülmüştü. Böyle bir ortam, anababalarımızla aramızda, geç varılmış ama artık aldanıştan uzak bir karşılıklı anlayışın doğmasını sağlar, tıpkı mahkûmlar arasında olduğu gibi. Bu gecikmiş anlayışı gölgeleyen tek şey, geçmişte henüz ellerinde bir şeyler varken bize yaptıkları yardımın, gösterdikleri şefkatin bir benzerini, şimdi kendimiz de güçsüz olduğumuz için, onlara gösteremeyeceğimizden duyduğumuz korkudur. Onlara uygulanan şiddet, onların uyguladığı şiddeti unutmamıza yol açar. Başvurdukları ussallaştırmalar, kendi özel çıkarlarını genel çıkar olarak aklamak için başvurdukları o çok nefret ettiğimiz yalanlar bile, onlarda hakikate uzanmak isteyen bir eğilim olduğunu, her türlü kuşkuya karşı aşılanmış çocuklarının büyük bir iç rahatlığıyla yadsıdığı bir karşıtlığı çözmeye çabaladıklarını ortaya koyar. Yaşlı kuşağın eskimiş, tutarsız, güvensiz düşünceleri bile, sonrakilerin parıltılı budalalığından daha verimli bir diyalog zemini sunar bize. İhtiyarlarımızın o nörotik tuhaflıkları, ruhsal sakatlıkları bile, bu hasta sağlıkla, bu kural haline getirilmiş çocuksulukla karşılaştırıldığında, bir kişilik sağlamlığı, insanca çabalar sonucunda elde edilmiş bir özellik olarak görünür. O zaman dehşetle farkına varırız: Geçmişte, dünyayı temsil ettiği için ailemizle çatışırken, çoğu kez, kötü bir dünyaya karşı daha da kötüsünün gizli sözcülüğünü yapmışızdır aslında. Burjuva ailesini aşmaya yönelen siyaset dışı çabalar, çok zaman, onun daha da dallanıp budaklanmasını sağlamakla kalır; ve bazen de, toplumun lanetli üreme hücresi olan aile, aynı zamanda bir başka topluma ulaşmak için verilebilecek en ödünsüz çabaların da besleyici hücresiymiş gibi görünür bize. Aile tarihe karışır ama sistem ayakta kalırken, aileyle birlikte sadece burjuvazinin en etkili organı değil, bireyi baskı altında tutsa bile onu güçlendiren, hatta belki onu yaratan direnç de ortadan kayboluyor. Ailenin bitişi, muhalefet güçlerini de felce uğratıyor. Yükselen kolektivist düzen, sınıfsız toplumun bir karikatürüdür: Burjuvaziyle birlikte, bir zamanlar anne sevgisinden güç alan Ütopyayı da tasfiye etmektedir.

Theodor W. Adorno | Minima Moralia | Çeviri: Ahmet Doğukan & Orhan Koçak | Metis Yayınları | 280 s.

Salı, Şubat 25, 2014

Eduardo Galeano | Kuna Gecesi | 25 Şubat

Kuna'lı Kadınlar
Panama hükümeti çıkardığı yasayla, ülkede yaşayan barbar, yarı barbar ve vahşi kabilelere medeni yaşamın dayatılması, emrini vermişti. Ve hükümet sözcüsü açıklamıştı: -Kuna yerlileri artık burunlarını değil yanaklarını boyayacaklar ve bundan böyle halkaları burunlarına değil kulaklarına takacaklar. Ve artık kendi geleneksel kıyafetlerini değil, medeni kıyafetleri giyecekler. Dinleri, tanrılarına sundukları ayinleri ve kendi içlerindeki geleneksel yönetim biçimleri de yasaklandı. 1925 yılında, İguana ayinin yirmi beşinci gününün gecesi, Kunalar kendi hayatlarını yaşamalarını yasaklayan polislerin tümünü bıçaktan geçirdiler. O günden beri, Kuna kadınları burunlarını boyamaya ve her biri fırça yerine iğne ipliğin kullanıldığı bir sanat eseri olan kendi geleneksel kıyafetlerini giymeye devam ediyorlar. Ve kadınlarla erkekler, paylaşılmış krallıklarını iyi kötü savundukları iki bin adada kendi törenlerini ve toplantılarını gerçekleştiriyorlar.

Eduardo Galeano | Ve Günler Yürümeye Başladı | Çeviri: Süleyman Doğru | Sel Yayıncılık | 403 s.

Pazartesi, Şubat 24, 2014

Halil Cibran | Kartal ve Tarlakuşu

Halil Cibran | Kartal ve Tarlakuşu
Bir tarlakuşu ile bir kartal yüksek bir tepenin kayalıklarında karşılaştılar. Tarlakuşu dedi, "İyi günler olsun, Efendim." Ve kartal onu bir süre süzdükten sonra isteksiz, seslendi. "İyi günler." Ve tarlakuşu dedi, "Umarım keyfiniz yerindedir, Efendim." "Evet," dedi kartal, "Keyfimiz yerindedir. Ama bilmez misin ki biz kuşların kralıyız ve biz söz söylemeden senin konuşmaya hakkın yoktur?" Tarlakuşu dedi, "Ben aynı aileden olduğumuzu sanıyorum." Kartal onu küçümseyen bakışlarla baktı ve dedi, "Seninle benim aynı aileden olduğumuzu kim söyledi ki?" Ve tarlakuşu dedi, "Ama size şunu hatırlatayım; ben de sizin kadar yükseğe uçabilirim ve şarkılarımla bu dünyanın diğer yaratıklarına mutluluk veririm. Oysa siz kimseye ne keyif ne de mutluluk verirsiniz." Ve kartal öfkelendi, ve dedi, "Keyif ve mutlulukmuş! Seni gidi küçük ukala yaratık! Seni gagamın bir darbesiyle mahvedebilirim. Boyun ancak ayağım kadar." Ve tarlakuşu uçarak kartalın sırtına kondu ve tüylerini yolmaya başladı. Kartal küçük kuştan kurtulmak için hızla yükseldi, tedirgin. Ama olmadı. Sonunda küçük yaratık sırtında, yüksek tepenin üzerindeki kayaya kondu; hiç bir zaman bu kadar öfkelenmemişti; kör talihine lanetler yağdırıyordu durmaksızın. O sırada, küçük bir kaplumbağa çıkageldi ve bu görüntüyü görünce gülmeye koyuldu. Öyle çok güldü ki, neredeyse sırt üstü devrilecekti. Ve kartal kaplumbağaya baktı ve dedi, "Sen ey ağır, yerlebir, sürüngen yaratık; neye gülüyorsun?" Ve kaplumbağa dedi, "Görüyorum ki ata dönmüşsün ve küçücük bir kuş seni sürüyor; ama küçük sürücün senden daha iyi." Ve kartal dedi, "Sen kendi işine bak. Bu kardeşim tarlakuşuyla benim aramda, bir aile meselesidir yalnızca."

Halil Cibran | Gezgin | Anahtar Kitaplar Yayınevi | 85 s.

Pazar, Şubat 23, 2014

Emil Michel Cioran | Tanrı'nın İçinde Yok Olmak

Caspar David Friedrich | Two Men by the Sea | 1817
Farklı özüne itina gösteren ruh, kaçındığı şeyler tarafından her adımda tehdit edilir. Dikkati - en büyük ayrıcalığı - onu sık sık terk ettiği için kaçmak istediği eğilimlere boyun eğer ya da murdar sırlara yem olur... Bizi hayvanlara ve nihai meselelere yakınlaştıran bu korkuları, bu titremeleri, bu baş dönemlerini kim yaşamamıştır ki? Dizlerimiz bükülmeden titrer, ellerimiz kavuşmadan birbirini arar, gözlerimiz hiçbir şey görmeden yukarı bakar... Cesaretimizi pekiştiren o dikey kibri, bizi gösteri yapmaktan muaf tutan o duyguyu, o hareketlerden dehşet duyma duygusunu muhafaza ederiz; gülünçlük derecesinde ifadeye gelmez olan bakışları örtmek için, göz kapaklarımızın yardımını da... Kayıp gitmemiz yakındır, ama kaçınılmaz değildir; ilginç bir kazadır, ama hiç yeni değildir; korkularımızın ufkunda  şimdiden bir tebessüm doğmaktadır... Duanın kucağına hiç düşmeyeceğizdir... Zira sonunda O kazanmamalıdır; büyük harfle yazılan ismini lekelemek, istihzamıza düşer; saçtığı titremeleri dağıtmak da yüreğimize... 

Böyle bir varlık gerçekten olsaydı; zayıflıklarımız kararlarımıza, derinliklerimiz sınamalarımıza üstün gelseydi, o zaman hala düşünmeyi sürdürmek beyhude olmaz mıydı? Madem ki zorluklarımız halolmuş, sorularımız askıya alınmış ve büyük korkularımız yatıştırılmış... Fazla kolay olurdu bu. Her mutlak - şahsi veya soyut - sorunları es geçmenin bir tarzıdır; sadece sorunları değil, duyuların paniğinden başka bir şey olmayan köklerini de...

Tanrı: Ürküntümüzün üzerine dosdoğru düşüş; hiçbir ümide kanmayan arayışlarımızın ortasına yıldırım gibi inen selamet; tesellisiz kalmış ve zaten teselli edilmek de istemeyen kibrimizin dolambaçsız bir biçimde geçersizleşmesi; bireyin kızağa çekilme yolunda ilerlemesi; endişe noksanlığı yüzünden ruhun işsiz kalması... 

İmandan daha büyük bir feragat var mıdır? İman olmadığında sonsuz sayıda çıkmaza girildiği doğrudur. Ama hiçbir şeyin sonunun hiçbir şeye çıkmadığını; evrenin, hüznümüzün bir yan-ürünü olduğunu bile bile, bu ayak sürüme ve kafamızı yere göğe vura vura ezme zevkinden kendimizi niye mahrum edelim?

Atadan kalma ödlekliğimizin bize önerdiği çözümler, entelektüel edebinden yan çizmenin en beter yollarıdır. Yanılmak, kandırılmış olarak yaşamak ve ölmek; insanların yaptığı budur. Ama bizi Tanrı'nın içinde yok olmaktan koruyan ve bütün anlarımızı, hiç etmeyeceğimiz dualara dönüştüren bir haysiyet de vardır.

Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.

Cumartesi, Şubat 22, 2014

Albert Caraco | Her Birimiz Tek Başımıza Ölüyoruz

Gustave Dore | Achan Is Stoned to Death
Her birimiz tek başımıza ölüyoruz ve bütünüyle ölüyoruz; bu iki hakikati çoğu kişi reddeder, çünkü çoğu insan yaşadığı süre boyunca uyuklar ve yok olacağı anda uyanmaktan çekinir. Yalnızlık ölümün okullarından biridir, çoğunluk asla bu okula giremez, bütünlük başka bir yerde elde edilemez, aynı zamanda yalnızlığında ödülüdür bütünlük. İnsanları birbirinden ayırt etmek gerekirse, insanlar üç takıma ayrılır: Uyurgezerler ki bunlar sürüyledir; aklı başında ve duyarlı olanlar iki düzlemde yaşarlar ve kendilerinde neyin eksik olduğunu bilerek, hiç bulamadıkları şeyi aramaya çalışırlar; tinsel insanlar iki kez doğmuşlardır, tek başlarına ölmek ve bütünüyle ölmek için düzenli adımlarla ölüme doğru yürürler; ölüm anını, yerini ve tarzını tesadüfen de olsa seçemedikleri durumda, gündelik işleri küçümsediklerini belirtmenin tek yoludur bu onlar için. Uyurgezerler putperesttir; aklı başında ve duyarlı olanlar mümindir; iki kez doğmuş tinseller, uyurgezerlerin hayal edemedikleri, ötekilerin ise tahayyül bile edemediği şeye taparlar tinde, çünkü onlar kâmil insanlardır, dolayısıyla zaten elde etmiş oldukları şeyi ne aramaya kalkışırlar ne de ona taparlar, çünkü kendileri odur zaten.

Albert Caraco | Kaos'un Kutsal Kitabı | Çeviri: Işık Ergüden | Versus Kitap | 120 s.

Cuma, Şubat 21, 2014

Georg Simmel | Tınla Ey Küçük Bahar Şarkısı

Ito Jakuchu | Birds, Animals, and Flowering Plants in Imaginary Scene
[Bir An Resmi]

Rengârenk güzdü ve sonun öncesinin tereddütlü hüznü her yanı kaplamıştı. Sanki doğa, nasılsa ölüme gidiyor diye, o bilge tutumluluğunu unutmuş, sarısını ve yeşilini ve kırmızısını, kaybeden bir kumarbazın tutkusuyla harcıyordu. Sonra, yine de bir ümit varmışçasına, yumuşak ve şen bir esinti ve arada, güz gününün o tarifsiz hüznü, içinde, hastalarımızı dışarı çıkardığımız ilkbahardan bir şeylerin de salındığı. Bir şarkı çıkar yolumuza – dışımızda mı, yoksa içimizde mi? Çabucak selamlayıp yoluna devam etmek ister, daha ben ne olduğunu çıkaramadan – sanki sadece nağmeleri tınlayıp geçmiş gibi. Ama onu yakalıyorum: “Şarkı, nereden geliyorsun?” “Bahardan geliyorum, menekşelerden. Ve görevim bir gül görürsem şairimin selamını söylemek. Fakat yazı ormanın kırlarında daldığım hülyalarla geçirdim ve şimdi görevimi artık yerine getiremeyeceğim için üzgünüm.  Zira şu son güller öyle saklı ve solgun ki, onları selamlamadan yanlarından geçip gidiyorum ve son anda onları fark edip geri döndüğümde solmuş gitmiş oluyorlar. Ve bir gülü daha uzaktan selamlayacak olsam, görüyorum ki, o bir gül değilmiş, renkli, başka, kokmayan bir şeymiş. Ama şimdi acele etmeliyim – orada, çitin yanında   ve gitti, ona şairinin zaten farklı bir şey beklemediğini söyleyemeden. Zira o, kaderimizin karşılaştığımız gülü selamlamamak olduğunu, eğer bir şeyi selamlarsak da, bunun bir gül olmadığını bilir.

Georg Simmel | Felsefi Minyatürler | Dost Kitabevi | 134 s.

Çarşamba, Şubat 19, 2014

Maurice Blanchot | Öteye Adım Yok Ötesi | 01

Jacques-Louis David | The Death of Socrates | 1787
Ölüme alışık değiliz.

Alışık olmadığımız için de, ölüme, ya bizi kendimizden geçiren, alışkanlıklarımızdan eden ya da bizi dehşete düşüren, beklenmedik bir şey olarak yaklaşırız. Ölüm düşüncesi, ölümü düşünmemize yardımcı olmaz, bize ölümü düşünülecek bir şey olarak vermez. Ölüm, düşünce, öyle yakındır ki birbirine, ölürken düşünmeyebilsek bile düşünürken ölmekteyizdir: her düşünce ölüme gebedir; her düşünce, son düşünceye dönüşmektedir.

Maurice Blanchot | Öteye Adım Yok Ötesi | Ayrıntı Yayınları | 167 s.

Pazar, Şubat 09, 2014

Montaigne | Nasıl Yazmalı

Oskar Kokoschka | The Power of Music
Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır, yüreksiz ederler beni. Hani bir ressam varmış, kötü horoz resimleri yapar ve uşaklarına, dükkana hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı Antigenides'in bulduğu çare benim daha işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar dinletirmiş. Böyle derim de Plutarkhos'tan kolay kolay ayrılamam. O kadar dünyayı içine almış ki bu adam, ne yapsanız, hangi olmayacak konuyu ele alsanız bir taraftan gelir işinize karışır ve size türlü zenginlikler, güzelliklerle dolu cömert bir el uzatır. Kendini her gelene bu kadar kolayca yağma ettirmesi bayağı gücüme gidiyor. Şöyle biraz tuttunuz mu, kolu kanadı elinizde kalıyor.

Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Öyle bir yer ki tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latince'sini bilmez, hele Fransızca'sını hiç anlamaz. Başka yerde yazsam daha iyi yazardım, ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları pekala düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum. Bana dediler mi, yahut ben kendi kendime dedim mi ki: "Sen kaba kaba benzetmeler yapıyorsun; bu sözcük Gaskonya kokuyor; bu sözün tehlikeli [Ben Fransa sokaklarında söylenen hiçbir sözden kaçmam; gramer adına kullanılan dile çatanlar benimle alay ederler]; bak şu cahilce söze; akla aykırı laf ediyorsun; fazla ileri gidiyorsun; sen boyuna kendinle oynuyorsun, sahiden söylediğini de herkes yalancıktan sanacak." "- Doğru, derim; ama ben dikkatsizlikten gelen hatalarımı düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum? Her yerde böyle çiğ çiğ göstermiyor muyum kendimi? Sorun yok. Yazarken aradığım da bu zaten. Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün." [Kitap 3, Bölüm V]

Odysseus'un dertlerini inceleyip kendi dertlerini bilmeyen dil bilginleriyle, çalgılarını akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten sözetmeyi öğrenip adaleti uygulamayanlarla alay edermiş kral Dionysius. [Kitap 1, Bölüm 25]

Montaigne | Denemeler | Cem Yayınevi | 365 s.

Cuma, Şubat 07, 2014

Halil Cibran | Giysiler

Sandro Botticelli | The Birth of Venus | 1485
Birgün Güzellik ve Çirkinlik bir deniz kıyısında karşılaştılar. Ve dediler, "Haydi, denize girelim." Ve giysilerini çıkartıp sularda yüzdüler. Ve bir süre sonra, Çirkinlik kıyıya dönüp Güzelliğin giysilerine büründü ve yoluna gitti. Ve Güzellik de denizden çıktı; ve kendi giysilerini bulamadı; ama çıplak olmak utandırıyordu onu; çaresiz Çirkinliğin giysilerine büründü. Ve yoluna devam etti Güzellik. O gün bugündür erkekler ve kadınlar onları birbirine karıştırır. Ancak içlerinden Güzelliğin yüzünü önceden görmüş kimileri vardır ki, giysilerine bakmaksızın tanırlar onu. Ve yine Çirkinliğin yüzünü bilen kimileri vardır ki, giysi onu gözlerinden gizleyemez.

Halil Cibran | Gezgin | Anahtar Kitaplar Yayınevi | 85 s.

Salı, Şubat 04, 2014

Emil Michel Cioran | Uygarlık ve Havaîlik

Jacques-Louis David | The English Government
Küstah ve leziz zihinler eserlerin ve şaheserlerin dokularına ince horgörü ve hercai alaylardan saçaklar eklemeselerdi, onların aşınmış kütlesine ve derinliğine nasıl dayanabilirdik? İncelikleriyle toplumun hem doruklarına hem de kıyısına yerleşen o sevimli varlıklar olmasa, ataletle görgünün zeki ve beyhude zaaflara gereksiz yere kattığı yasalara, âdetlere, kalpten kopan pasajlara nasıl tahammül ederdik?

Ciddiyeti kötüye kullanmamış, değerlerle oynamış, bu değerleri meydana getirmekten ve yok etmekten büyük bir zevk almış uygarlıklara minnettar olmak gerekir. Yunan ve Fransız uygarlıkları dışında, şakacı bir zihin açıklığıyla şeylerdeki zarif hiçliğin gösterisini sunan bir uygarlık biliyor muyuz? Alkibiades’in dönemi ile on sekizinci yüzyıl Fransası iki teselli kaynağıdır. Halbuki diğer uygarlıklar, hayata bir yararsızlık lezzeti veren o neşeli icraatın tadını ancak son aşamalarında, bütün bir inanç ve gelenek sisteminin çöküşünde alabilmişlerdir – bu iki yüzyıl ise, her şeye karşı kaygısız olan ve her şeyi kabul eden can sıkıntısını en olgun çağlarında, güçlerine ve geleceğe tam anlamıyla mâlikken yaşamışlardır. Bir yandan hayata lânet okurken yine de hayattaki burukluğun hoşluklarını tadan, yaşlı, kör ve ileri görüşlü Madam du Deffand’dan iyi bir simge var mıdır?

Hiç kimse havaîliğe hemen ulaşamaz. O bir ayrıcalık ve bir sanattır; her tür kesinliğin imkânsız olduğunun farkına varan ve kesinliklerden tiksinen kimselerdeki yüzeysellik arayışıdır; doğal bir şekilde dipsiz oldukları için hiçbir yere götüremeyecek uçurumlardan uzağa kaçıştır.

Bununla birlikte, geriye görünümler kalır: Neden bunları bir üslûp düzeyine yükseltmeyelim? Bütün akıllı devirlerin tanımı buradadır. İfadeyi taşıyan ruhtan ziyade, ifadenin kendisine; sezgiden ziyade teveccühe itibar edilen noktaya varılır; heyecan bile nazik bir hale gelir. Hiçbir zarafet önyargısı taşımayan, kendi kendine teslim edilmiş olan varlık bir canavardır; kendi içinde, sadece elikulağında terörün ve inkârın kol gezdiği karanlık bölgeler bulur. Ölmekte olduğunu bütün canlılığıyla bilmek ve bunu gizleyememek bir barbarlık eylemidir. Her samimi felsefe, sırlarımızı eleyen ve istenen etkilere dönüştürme işlevi gören uygarlığın unvanlarını inkâr eder. Böylece havaîlik, olduğumuz gibi olma derdine karşı en etkili panzehir haline gelir: Onun aracılığıyla dünyayı kötüye kullanırız ve derinliklerimizde yatan yakışıksızlığı gözlerden saklarız. Onun hünerleri olmasa, bir ruh sahibi olmaktan ötürü nasıl yüzümüz kızarmazdı? Aşırı hassas yalnızlıklarımız, ötekiler için ne cehennemdir! Ama hep onlar için, bazen de kendimiz için icat ederiz görünümlerimizi…

Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.

Perşembe, Ocak 30, 2014

Albert Caraco | Ölüme Doğru Gidiyoruz

Caspar David Friedrich | Cloister Cemetery in the Snow | [1817-19]
Ölüme doğru gidiyoruz, tıpkı okun hedefe doğru gitmesi gibi, asla ıskalamayacağımız da kesin, ölüm bizim tek kesinliğimiz, tek gerçeğimiz, öleceğimizi daima biliyoruz, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, biçiminin bir önemi yok. Çünkü ebedi yaşam bir anlamsızlıktır, ebediyet hayat değildir, ölüm özlem duyduğumuz istirahattır, hayat ve ölüm birbirine bağlıdır, başka şey talep edenler imkânsızı isterler ve tek elde edecekleri, ödülleri ise duman olup gitmek olacaktır. Bizler, sözcüklerle yetinemeyenler, yok olmaya razıyız ve rıza göstermekte de haklıyız, doğmayı biz seçmedik ve bize verilmekten çok dayatılmış olan bu yaşama, kaygı ve acı dolu, neşesi sorunsallı ya da kötü bu yaşama hiçbir yerde katlanamadığımız için kendimizi mutlu addediyoruz. Bir insanın mutlu olması neyi kanıtlar? Mutluluk türe özgü bir durumdur, bizse cinsin yasalarına bakıyoruz yalnızca, bu yasalardan yola çıkarak düşünüyoruz, bu yasalar üzerine kafa yoruyor ve bu yasaları derinleştiriyoruz, mucize arayanları küçümsüyoruz, sonsuz mutluluğuna düşkün değiliz, bizim gerçekliğimiz bize yeter, türümüzün üstünlüğü başka yeri kapsamaz.

Albert Caraco | Kaos'un Kutsal Kitabı | Çeviri: Işık Ergüden | Versus Kitap | 120 s.

Çarşamba, Ocak 29, 2014

Simone de Beauvoir | Pyrrhus İle Cinéas

Pieter Bruegel the Elder | The Triumph of Death | 1562
Tarihçi Plutarkhos[1] anlatır: Bir gün, Pyrrhus[2] yeryüzünü almak için düşler kuruyordu. 

"Önce Yunanistan'a baş eğdireceğiz diyordu. - Ya sonra? diye Cinéas sordu. - Sonra, Afrika'ya el atacağız. - Afrika'dan sonra? - Asya'ya geçeceğiz, Anadolu'yu, Arabistan'ı alacağız. - Sonra? - Hindistan'a kadar gideceğiz. - Peki, ondan sonra? - Ah! dedi Pyrrhus, ondan sonra dinleneceğim! - Niçin? diye sordu Cinéas, niçin şimdiden dinlenmiyorsunuz?"

Anlaşılan, bilge bir kişiymiş Cinéas. Öyle ya, önünde sonunda evine dönecekse, ne diye bunca uzağa gitsin? Duracaksa er geç, ne diye başlasın? Hele, durmayı önceden düşünmemişse, ne diye yollara düşsün? Boşu boşuna yorulsun? 

Hani, öğrenciler vardır, Nuh der de Peygamber demez. "A demiyeceğim işte! diye ayak direr. - Ama niçin? diye sorarsınız. - Çünkü, arkasından, B demek gerekecek!" diye karşılık verir. Yumurcak da bilir ki, bir kez başladı mı sonu gelmez bu işin: B'den sonra bütün abeceyi sayacaktır. Heceleri, sözcükleri, kitapları, sınavları, görevleri bir bir söyleyecektir. Her dakika yeni bir ödevle karşılaşacak, her ödev onu bir başka ödeve doğru götürecektir. Böylece, bir türlü dinlenemeyecektir. Hiç bitmeyecekse, sonsuzca sürüp gidecekse bu, ne diye başlasın? Elbette başlamaz! Başlamak neye yarar ki? 

Öyle ama, Babil Kulesi'nin mimarı bile göğün bir kubbesi olduğuna inanıyordu. Günün birinde ona dokunacağını düşünüyordu. Pyrrhus, fetihlerinin sınırlarını yeryüzünden, yıldızlardan ötelere vardırabilseydi, en uzak bulutsulara [nebuleuse'lere] kadar götürebilseydi, -önünden durmaksızın kaçacak bir sonsuzlukta yürüseydi yani-, çılgınca bir işe atılmış olurdu; bütün çabası boşa giderdi, asla amacına ulaşamazdı. Bu yönden düşünürseniz, insanoğlunun bütün hayalleri saçma görünür size. Çünkü, sınırlıdır hayaller, sınırlar içinde vardır. Gelgelelim, sürekli aşmak da elinizdedir bu sınırları. Yeter ki acınarak sorun: "Niçin oraya kadar olsun? Neden daha uzağa gitmeyelim? Buncacığı neye yarar?" 

Beniamın Constant'ın bir kişisi, "Çabaya değer bir amaç bulamıyorum," der. İçinde düşüncenin sesi uyanmaya başlayan her delikanlı genellikle böyle düşünür. Çocuğa gelince, Pyrrhus'e benzer o: Soru sormadan koşar, oynar. Yaptığı oyuncakları mutlak sanır, varlığın bir çeşit sebebini görür onlarda. Ama gün gelir, çizilen sınırları aşacak gücü bulur kendinde. Kendini aşmak ister. Son diye, sınır diye bir şey yoktur artık onun için. Boş uğraşılar vardır. İter onları. "Zarlar hileli" diye bağırır. Horgörür ağabeylerini, büyüklerine kafa tutar: Nasıl inanılabilir onların girişimlerine? Tuzaktır bunlar, düzendir. Kimisi bu gülünç oyunlara son vermek için ölüme atılır. Doğrusu ya, buna bir son vermenin tek yolu da budur ancak. Çünkü yaşadıkça, Cinéas tedirgin edecektir beni: "Ya sonra?" diyecektir; "Değer mi?" diyecektir; "Neye yarar?" diyecektir. Her şeye karşın, gene de çarpar yüreğim, ellerim uzanır, yeniden hayaller kurarım. İleriye doğru çeker beni bu hayaller. Bilge kişiler bu direnişte insanoğlunun önlenemez çılgınlığının belirtisini görmek istediler: Gelgelelim, bu denli köklü bir sapmaya sapkınlık diyebilir miyiz? İnsan hakikatini, burada değilse nerede bulabiliriz? Demek ki düşünüp taşınmak, ince eleyip sık dokumak bile atılımdaki kendiliğindenliği önleyemiyor. 

Ayrıca, düşünüp taşınmakta da bir kendiliğindenlik vardır. İnsanoğlu eker, yapar, fetheder, ister, sever: Gerçi, her zaman bir "Ya sonra?" kuşkusu çıkar karşısına. Öyleyken, durmadan, taze bir ateşle yeni girişimlere atılır. Tıpkı Don Juan'ın bir başka kadını ayartmak üzere bir öncekini bırakması gibi. 

Demek ki Pyrrhus ile Cinéas arasındaki konuşmanın sonu gelmiyor. Her gün yeniden başlıyor. Öyle ama, gene de bir karar vermesi gerekiyor Pyrrhus'un. Ya yerinde kalacaktır ya da gidecektir. Kalırsa ne yapacak? Giderse nereye kadar gidecek? 

"Bahçemizi ekelim," diyordu Candide.[3] Bu öğüdün de pek yardımı olmaz sanıyorum, bu öğüt de kurtarmaz bizi. Öyle ya, hangisidir benim bahçem? İnsanlar vardır, bütün yeryüzünü ekmeyi tasarlarlar. İnsanlar vardır, bir çiçek saksısını bile çok görürler kendilerine. Kimileri tasasızdır. "Benden sonra tufan!" derler. Kimileri ise, Charlemagne gibi, ölürken Normand'ların kayıklarını görerek gözyaşı dökerler. Falanca kadın pabuçları su çektiği için küplere biner. Ona desem ki: "Varsın çeksin, ne önemi var? Çin'in kuytu köşelerinde açlıktan ölen milyonlarca insanı düşünün bir kez!" Öfkeyle karşılık verir bana: "Çin'dekilerden bana ne?" der, "Ben, yırtık pabucumu düşünürüm ancak!" Ama bakarsınız, filanca kadın da öncekinin tersine, Çin'deki kıtlığın üzgüsüyle ağlar. Desem ki ona: "Size ne bundan? Siz aç değilsiniz ya?" Hınçla süzer beni: "Burada benim mutluluğumun sözü mü olur!" diye karşı çıkar bana. Bunlardan hangisinin doğru söylediğini nereden bilmeli? Hangisi daha iyi, nasıl çıkarmalı? İsa'nın yoldaşları soruyorlar. "Kimdir bana yakın olan?"

İnsan için ölçü hangisi acaba? Hangi amaçları gütmesi gerek? Hangisini güdebilir? Hangi umutlara sarılabilir? 

Simone de Beauvoir | Denemeler "Pyrrhus İle Cinéas" | Payel Yayınevi | 139 s.
_______________________

1. Grek tarihçi ve yazarı. 50'de Khaironeia'da doğdu, 125'te orada öldü. En ünlü eseri: Koşut Yaşamlar. [Çev.]

2. İskender'in akrabasından. Epirus Kralı. İ.Ö. 318 de doğdu, 272'de öldü. Büyük tutkuları vardı. Makedonyalı Filip'in yerini almak, dünyaya egemen olmak istiyordu. Bilge danışmanı Cinéas'ın uyarılarını dinlemeyerek önce İtalya'ya saldırdı. Heraklea ve Ausculum savaşlarında Romalıları bozguna uğrattı. Fakat sonra Beneventum'da yenilerek ülkesine döndü. Argos'un alınışı sırasında, bir yaşlı kadının çatıdan başına attığı kiremitten öldü. [Çev.]

3. Candide: Fransız düşünürü Voltaire'in aynı adı taşıyan ve 1759'da yayımlanan eserinin başkişisi. Bir sürü acı serüvenden sonra çiftliğine döner, mutluluğu toprağını ekip biçmekte bulur. / Türkçesi: Kandid Yahut İyimserliğe Dair, çeviren: A. Fehmi Baldaş, 1938, Kanaat Kütüphanesi. [Çev.]

Salı, Ocak 28, 2014

Guy Debord | Tamamlanmış Ayrılık | 1-10

Boris Kustodiev | Show Booths | 1917
1. Modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamı devasa bir gösteri birikimi olarak görünür. Dolaysızca yaşanmış olan her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır. 

2. Yaşamın her bir görünümünden kopmuş olan imajlar, bu yaşamın birliğini yeniden kurmanın artık mümkün olmadığı ortak bir akışta kaynaşırlar. Kısmî olarak göz önünde bulundurulan gerçeklik, ayrı bir sahte-dünya olarak, salt seyrin nesnesi olarak, kendi genel birliğinde sergilenir. Dünyasal imajlardaki uzmanlaşma, aldatıcı şeyin hakikatle yüz yüze gelmekten kaçındığı özerkleşmiş imaj aleminde kendini tamamlanmış bulur. Genel anlamda gösteri, yaşamın somut tersyüz edilişi olarak, canlı olmayanın özerk devinimidir.

3. Gösteri kendini, hem bizzat toplum olarak, hem toplumun bir parçası olarak ve hem de bir birleştirme aracı olarak sunar. Gösteri, toplumun bir parçası olarak, özellikle, bütün bakış ve bilinçleri bir araya getiren sektördür. Bu sektör ayrı olduğundan, aldatılmış bakışın ve yanlış bilincin yeridir; ve gerçekleştirdiği birleşme genelleştirilmiş ayrılığın resmi dilinden başka bir şey değildir. 

4. Gösteri bir imajlar toplamı değil, kişiler arasında var olan ve imajların dolayımından geçen bir toplumsal ilişkidir. 

5. Gösteri, ne bir görüntü dünyasının suistimal edilmesidir, ne de imajların kitlesel yayılma tekniklerinin ürünüdür. Gösteri, daha ziyade somutlaşmış ve maddi olarak ifade edilen bir Weltanschauung'dur [dünya görüntüsü'dür]. Bu, nesnelleşmiş bir dünya görüntüsüdür. 

6. Kendi bütünlüğü içinde ele alındığında gösteri, mevcut üretim tarzının hem sonucu hem de tasarısıdır. Gerçek dünyaya bir eklenti, ona ilave edilen bir süs değildir. O, gerçek toplumun gerçekdışılığının can alıcı noktasıdır. Gerek enformasyon ya da propaganda, gerekse reklam ya da doğrudan eğlence tüketimi biçiminde olsun bütün özel biçimleriyle gösteri, toplumsal olarak hakim olan yaşamın mevcut model'ini oluşturmaktadır. O, üretimde önceden yapılmış seçimin her alanda onaylanması ve bunun sonucu olan tüketimidir. Gösterinin biçimi ve içeriği, var olan sistemin koşullarının ve amaçlarının tümüyle aynen doğrulanmasıdır. Modern üretimin dışında geçirilen zamanın esas bölümündeki meşguliyet olan gösteri, aynı zamanda da bu doğrulamanın sürekli mevcudiyeti'dir. 

7. Ayrılık, bizzat dünyanın birliğinin, gerçeklik ve imaj halinde bölünmüş olan global toplumsal praksisin parçasıdır. Toplumsal pratik -özerk gösteri bunun karşısında durur- gösteriyi kapsayan gerçek bütünlüktür de. Ancak bu bütünlükteki bölünme, gösteriyi bütünlüğün amacı gibi ortaya çıkaracak kadar bütünlüğü zedeler. Gösteri dili, hakim olan üretimin işaretleri'nden oluşur ki bunlar aynı zamanda bu üretimin nihai hedefleridir.

8. Gösteri ve fiili toplumsal etkinlik soyut bir şekilde karşı karşıya getirilemez; bu ikiye bölünme kendi içinde de ikiye bölünmüştür. Gerçek olanı tersine çeviren gösteri, fiili olarak üretilmiştir. Aynı zamanda, yaşanmış gerçeklik de gösterinin seyri tarafından maddi olarak istila edilmiştir ve gösteriyi benimseyerek gösteri düzenini kendine katar. Nesnel gerçeklik her iki tarafta da mevcuttur. Bu şekilde sabitleştirilen her kavramın, aksi tarafa geçmekten başka bir temeli yoktur: Gerçeklik gösteri içinde birdenbire belirir; gösteri gerçektir. Bu karşılıklı yabancılaşma, var olan toplumun özü ve dayanağıdır. 

9. Gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık ânıdır. 

10. Gösteri kavramı, görünürdeki olayların geniş çeşitliliğini birleştirir ve açıklar. Olayların çeşitlilikleri ve zıtlıkları kendi genel hakikati çerçevesinde tanınması gereken ve toplumsal olarak örgütlenmiş bu görünüşün görünüşleridir. Kendine özgü terimlerle ele alındığında gösteri görünüşün ve tüm insan yaşamının, yani basit bir görünüş olarak toplumsal yaşamın doğrulanmasıdır. Ancak gösterinin hakikatine isabet eden eleştiri, gösterinin yaşamın gözle görülür yadsınması olduğunu, yaşamın gözle görülür hale gelmiş bir yadsınması olduğunu keşfeder. 

Guy Debord | Gösteri Toplumu | Ayrıntı Yayınları | 256 s.

Pazartesi, Ocak 27, 2014

Montaigne | Kendimizi Tanımak

Michael Sowa | Man, Table, Fish
Plinius'un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders veriyorum. Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş yapmıyorum: Bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı olabilir. Zaten benim bir şeye dokunduğum yok. Yalnız kendimle uğraşıyorum; delilik ediyorum, bundan zarar görecek başkası değil, benim; çünkü bu öyle bir delilik ki bende başlayıp bende bitiyor, hiçbir kötülüğe yol açmıyor. Eskilerden yalnız iki üçünün bu işi denediğini söylerler; ama onların, yalnız adlarını bildiğimiz için benim yaptığımın tıpkısını yapıp yapmadıklarını söyleyemeyiz. Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırdedip yazmak sanıldığından çok daha zahmetli bir iştir. Sonra bir taraftan bu işin o kadar başka, o kadar garip bir zevki de var ki insanı dünya işlerinden, hem de en değerli dünya işlerinden çekip alıyor. Birkaç yıldır düşüncelerimin kendimden başka amacı yok; yalnız kendimi sorguya çekiyor ve inceliyorum.

Başka bir şeyi incelediğim de oluyor ama, onu da hemen kendime çekiyor, daha doğrusu, kendime mal ediyorum; daha az yararı olan öteki bilimlerde olduğu gibi, bu bilimde öğrendiklerimi başkalarına bildiriyorsam, bunda hiçbir kötülük görmüyorum. Şunu da söyleyeyim ki öğrendiklerimle hiç de yetinmiyorum. İnsanın kendini anlatmasından daha zor ve daha yararlı hiçbir şey yoktur. Üstelik, meydana çıkmak için insanın süslenmesi, kendine çekidüzen vermesi gerekiyor. Ben durmadan kendimi düzenliyorum, çünkü durmadan anlatıyorum.

Kendinden sözetmeyi kötü görmek, yasak etmek adet olmuştur çünkü kendinden sözetmek her zaman kendini övmek gibi görünür kendini övmekse herkesin zıddına gider. Ama kendinden sözetmeyi yasak etmek, çocuğun burnunu silecek yerde, burnunu koparmak olur.

İn vitium ducit culpae fuga / Kusur korkusuyla suç işliyoruz. -Horatius

Bu tedbirde ben kârdan çok zarar görüyorum, hatta kendimden sözetmek mutlaka övünmek olsa bile ben asıl amacıma bağlı kalmak için, kendimdeki bu hastalığı ortaya koyacak bir işten kaçınmamalıyım; işlediğim, hem de edindiğim bu kusuru gizlememeliyim. Ama, bana sorarsanız, birçokları içip sarhoş oluyor diye, şarabı yasak etmek yanlıştır fazla kaçırılan şeyler hep iyi şeylerdir. Kendinden sözetmenin kötü sayılması bence yalnız, halkın düşeceği kaba hatalardan ötürüdür. Bu türlü kurallar budalalara vurulan dizginlerdir: Ne azizler -ki kendilerinden pekala sözederler-, ne filozoflar, ne bilginler bu kuralları dinler; onlara hiç benzememekle birlikte ben de bu kuralları dinlemiyorum. Onların ereği kendilerini anlatmak değildir, ama sırası gelince de kendilerini uluorta göstermekten çekinmezler. Sokrates kendinden sözettiği kadar neden sözeder? Hep müritlerini de kendilerinden sözetmeye, kitaplardan öğrendiklerini değil içlerinde olup bitenleri anlatmaya dürtüklemez mi? Tanrıya ve rahibe kendimizden sözetmiyor muyuz? Protestan komşularımız bunu halkın gözü önünde yapıyorlar. Diyeceksiniz ki, onlara yalnız kötü taraflarımızı anlatırız. Ama bu, her şeyi söylüyoruz demektir; çünkü iyi tarafımız da bütün günahlardan arınmış değildir.

Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum, gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler mimara da desinler ki, sen binalardan kendine göre değil başkasına göre, kendi bilginle değil başkasının bilgisiyle sözedeceksin. Kimse sormadan kendi değerlerini ortaya koymak bir övünme ise niçin Cicero Hortentius'un, Hortentius Cicero'nun söz güzelliğini öne sürüyor? Bana diyebilirler ki: Kendini kuru sözle değil işle ve eserle anlat. Ben her şeyden önce düşüncelerimi anlatıyorum, bunlarsa ün ve eser haline gelemeyecek kadar belirsiz şeyler: Onları söz haline getirmekte bile güçlük çekiyorum. Birçok olgun ve değerli insanlar herhangi bir iş görmekten kaçınmışlardır. Yaptığımız işler kendimizden çok rastlantıların eseridir: Bu işler kendi özlerini belli ederler; beni ise ancak şöyle böyle, belli belirsiz, parça parça gösterebilirler. Ben kendimi olduğum gibi gösteriyorum: Öyle bir beden yapısı koyuyorum ki ortaya bir bakışta damarları, kasları, her şeyi yerli yerinde görüyorsunuz.

Öksürük, sararma, yahut yürek çarpması yalnız bedenin bir kısmını, onu da şöyle böyle, gösterebilir. Ben yaptıklarımı değil, kendimi, öz benliğimi anlatıyorum.

Bence insan ne olduğunu bilmekte dikkatli olmalı; iyi tarafını da, kötü tarafını da aynı titizlikle ortaya çıkarmalıdır. Eğer ben kendimi iyi ve olgun görseydim, bunu bağıra bağıra söylerdim. Kendimi olduğumdan az göstermek, alçakgönüllülük değil, budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır. Aristoteles'e göre, hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez; doğru hiçbir zaman yanlışa yer vermez. Kendini olduğundan fazla göstermek de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır. Bence bu kendini beğenme illetinin esası, kendinden pek fazla hoşlanmak, kendi kendine hayasızca aşık olmaktır. Bunun en iyi çaresi, kendinden sözetmeyi yasaklayan ve böylece bizi kendimiz üzerinde düşünmekten büsbütün alıkoyanların dediklerinin tam tersini yapmaktır. Gurur insanın düşüncesidir; söze dökülen onun pek küçük bir parçasıdır. Bu adamlar öyle sanıyorlar ki insanın kendi üzerinde durması, kendinden hoşlanması, hep kendisiyle uğraşması kendine fazla düşkün olması demektir. Oysaki aşırı benciller kendilerini pek üstünkörü bilenler, kendilerinden önce işlerine bakanlardır. Onlara göre kendi kendisiyle başbaşa kalmak, sırtüstü yatıp vakit öldürmektir; ruhunu zenginleştirmeye, kendini adam etmeye çalışmak boş hayaller kurmaktır. Sanki kendimiz bizden ayrı, bize yabancı birisiymiş gibi. Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam, kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır. Kendi mertliğiyle övünüp böbürleniyorsa, onu çok geride bırakan Scipion'un, Epaminondas'ın, bunca orduların ve ulusların hayatlarını hatırlasın. İnsan kendindeki eksik ve cılız değerleri, üstelik insan hayatının hiçliğini hesaba katarak düşünecek olursa, hiçbir değeriyle övünmeye kalkışmaz. Yalnız Sokrates, tanrısının dediğine uyup kendini gerçekten tanımasını ve küçük görmesini bildiği için Bilge adını almaya hak kazanmıştır. Kendini böylesine tanıyan adam istediği kadar kendinden sözetsin. (Kitap 2, bölüm 6)

Montaigne | Denemeler | Cem Yayınevi | 365 s.

Perşembe, Ocak 23, 2014

Benedictus de Spinoza | Tanrı Hakkında -1

Benedictus de Spinoza | 1632 - 1677
Tanım I - Özü varlığı kuşatan, başka deyişle tabiatı ancak var olarak tasarlanabilecek olan şeye, kendi kendisinin nedeni [causam sui] diyorum.

Tanım II - Sınırlı olan, yani kendisiyle aynı tabiatta başka bir şeyle sınırlanabilen bir şeye kendi cinsinde sonlu diyorum. Diyelim, cisim kendi cinsinde sınırlıdır, çünkü biz herhangi cismi tasarlasak, tasarladığımızdan daha büyük bir cismi tasarlayabiliriz ve bu daha büyük cisim birinci cisimle aynı tabiatta olduğu için, cismin kendi cinsinde sonlu olduğunu söylemek doğrudur. Nitekim bir düşünce başka bir düşünce ile sınırlandırılmıştır. Fakat cisim düşünce ile ve düşünce de cisimle sınırlandırılmamıştır.

Tanım III - Kendi başına var olan ve kendisi ile tasarlanan, yani kendisini teşkil edecek başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın hakkında fikir edindiğimiz şeye cevher[1] diyorum.

Tanım IV - Cevherde, onun özünü meydana getirmek üzere algıladığımız[2] şeye sıfat [ya da yüklem] diyorum.[3]

Tanım V - Cevherin duygulanışına, başka deyişle kendi kendisine değil, başka bir şeyde var olan [in alio] ve ancak bu başka şey yardımıyla tasarlanan şeye tavır diyorum.

Tanım VI - Mutlak olarak sonsuz bir varlığa, yani sonsuz sıfatları olup başsız ve sonsuz [ezeli]özü bu sonsuz sıfatlarında her biriyle ifade edilmiş olan cevhere Tanrı diyorum.

Açıklama - Mutlak olarak sonsuz diyorum, yoksa kendi cinsinde sonsuz demiyorum. Zira yalnızca kendi cinsinde sonsuz olan bir yerde sonsuz sıfatları [yüklemleri]olumsuzlayabiliriz; fakat mutlak olarak sonsuz olan için ise bir özü ifade eden ve hiçbir olumsuzluğu kuşatmayan her şey onun özüne aittir.

Tanım VII - Sırf kendi tabiatının zorunluluğu ile var olan ve etkinliği yalnız kendisi ile gerektirilmiş bulunan şeye hür diyorum. Kesin ve gerektirilmiş bir şart içinde var olmak ve etki yapmak için kendisinden başka birisiyle gerektirilmiş olan şeye zorlama [cebrî] diyorum.

Tanım VIII - Başsız ve sonsuz [Eternel] olan şeyin yalnızca tanımının zorunlu bir sonucu diye tasarlanması bakımından, varlığa başsız ve sonsuzluk [Eternité] diyorum.[4]

Açıklama - Gerçekten böyle bir varlık, ezeli hakikat, nitekim şeyin özü diye tasarlanmıştır ve bu sebepten, süre veya zaman ile açıklanamaz, hatta süre başı ve sonu olmayan şey diye tasarlanmış olsa bile.

Benedictus de Spinoza | Etika | Dost Kitabevi | 345 s.
__________________________
1) Cevher’in Türkçe’si töz’dür, fakat Spinoza’nın klasik felsefe dili için burada cevher, sıfat kelimelerini kullandık.
2) İdrak ettiğimiz.
3) Attribut kelimesi mantıkta yüklem, metafizikte sıfat diye karşılanıyor, ancak burada Spinoza ikisini de ifade ediyor.
4) Eternel karşılığı her ne kadar başsız ve sonsuz demekte isek de Spinoza bunun yanında “sonsuz” da dediği için her yerde kullanamadık.

Çarşamba, Ocak 22, 2014

Emil Michel Cioran | Tanımlar Mezarlığında

Pieter Bruegel the Elder | Dulle Griet [Mad Meg] | 1564
Artık benim için hiçbir şey konu olamaz, zira bütün şeylerin tanımını verdim,” diye haykıran bir zihin tahayyül edebilir miyiz acaba? Böyle bir şeyi tahayyül edebilsek bile, süre içinde nasıl konumlandırılır bu?

Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz -ve ötelerine geçtiğimiz- ölçüde tahammül ederiz. Ama, bir şeyi bir tanımla benimsemek, ne kadar keyfî olursa olsun -ne kadar keyfîyse o kadar da vahimdir, çünkü bu durumda ruh bilginin önüne geçer- o şeyi dışlamaktır; onu yavanlaştırmak ve yersizleştirmektir, yok etmektir. Avare ve münhal bir zihin -dünyayla da yalnızca uyku sayesinde bütünleşen bir zihin- şeylerin isimlerini çoğaltmak, içlerini boşaltmak ve yerlerine formüller koymaktan başka hangi işi icra edebilir? Sonra, şeylerin yıkıntıları üzerinde ilerler; artık ihsas yoktur: Yalnızca hatıralar. Her formülün altında bir kadavra yatmaktadır: Varlık veya nesne, mahal verdiği bahanenin altında ölür. Zihnin havaî ve uğursuz hovardalığıdır bu. Ve bu zihin isimlendirdiği ve kayda düştüğü şeylerin içinde kendini de heba etmiştir. Sözcüklere âşık olduğu için, ağır sessizliklerdeki esrardan nefret ediyordur ve bu sessizlikleri hafifleştirip saflaştırır: Bu zihnin kendisi de hafif ve saf bir hale gelmiştir, çünkü her şeyin yükünü atmış ve her şeyden arınmıştır. Tanımlama zaafı, onu merhametli bir cani ve uysal bir kurban haline getirmiştir.

Ruhun zihne yaydığı ve ona canlı olduğunu hatırlatan tek leke de böylece silinmiştir.

Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.

Salı, Ocak 21, 2014

Michael Clark | Oy Paradoksu

Adolf Hitler and Heinrich Himmler review SS troops during a Reichsparteitag
Bir tek oyun sonucu değiştirmesi çok enderdir. Bir seçimi bir oy farkla kazanma ya da kaybetme olasılığı dikkate alınmayacak kadar küçüktür; bu durumda oy kullanma çabası boş bir çaba gibi görünür. Yine de, toplumsal ve siyasal bakımdan uyanık yurttaşların oy kullanması beklenir ve bunu yaparken zamanlarını boşa harcadıkları düşünülmez.

Seçimlerde oy miktarları, nadiren bir tek oyun can alıcı olacağı kadar birbirine yakın olur. Oy miktarlarının yakın olacağını ya da ilgisizliğin düşük katılıma yol açtığını ve iyi bir örnek olmanız gerektiğini düşünmek için neden varsa, o zaman oy kullanmak için de iyi bir neden vardır. Dahası, halk için büyük önemi olan büyük bir sorun -örneğin nükleer politika ya da servetin büyük ölçüde yeniden bölüşümü- söz konusuysa, böylesine büyük bir fark yaratma şansı çok küçük olsa bile denemeye değer olur: Milyonları kurtarma şansı milyonda bir olsa bile denenmelidir. Ama seçimlerde yarışanlar arasındaki farklar çoğu kez bu kadar dramatik değildir ve özden çok retorik meselesi olabilir.

Oy verdiğiniz adayın büyük bir çoğunlukla kazandığını varsayalım. Sizin oyunuz önemsiz gibi görünebilir; ama zaferde, o adaya oy veren herkes kadar katkınız yok mudur? Yine de bu seçmenlerden her birinin zaferdeki payı küçüktür ve sandık başına gitme zahmetine katlanmaya değmez gibi görünebilir.

Ya herkes oy kullanmazsa? İyi bir neden olmadan oy vermekten sakınmak benim için hoş görülebilirse, bunun başkaları için de hoş görülebilir olduğunu öne sürebiliriz. Ama demokrasinin olanaklı olması için, herkesin oy kullanmaktan uzak durması caiz olamaz. Demokratik sistemi devam ettirmeye yetecek kadar yüksek bir katılım olacağını biliyorsanız, oy kullanmaktan uzak durmanıza belki izin veririz. O zaman hareket ilkeniz şöyle olurdu: "Yeterince insanın oy vereceğini bilmediğiniz sürece oy vermelisiniz..."

Oy verirken siyasal olarak hangi tarafta olduğunuzu ifade ediyorsunuz ve bu, seçim sonuçlarından bağımsız olarak değerli sayılabilir. Birilerinin neo-Nazi bir partiye oy verdiği bir durumda böyle bir kendini ifadenin ahlaki önemi açıktır. Ama siyasal olarak taraf olmadığınız sürece, tek başınıza oy vermek siyasal duruşunuzun içten bir ifadesi olmaz; siyasal tarafınızı başka yollarla ifade etmeniz de olasıdır. Bununla birlikte, güçlü siyasal bağlılıklar göz önüne alındığında, oy kullanmamanız normalde anormal olur. Önemli konularda rakip partilerden pek farklı olmayan bir partiye oy vermenizin aynı öneme sahip olup olmaması, ayrı bir konudur. 

Ya siyasetle ilgilenmiyorsanız? Örneğin, bir besteci ya da sanatçı olarak eserinizle uğraşıyorsunuz ve ürettiğiniz eserin siyasetle ilgisi yoktur. Yaygın bir ilgisizlik tehlikesi olmadıkça ya da önemli bir sorun söz konusu olmadıkça, oy verme zahmetine katlanmamanız sizin için kabul edilebilir olabilir. Ne de olsa, ilgili ve bilgili olanların -kötü niyetli olmamaları koşuluyla- oy kullanması, cahillerin ya da vurdumduymazların oy kullanmasından iyidir.

Michael Clark | Paradokslar Kitabı | Hil Yayın | 239 s.

Cuma, Ocak 17, 2014

Halil Cibran | Gezgin

John William Waterhouse | Saint Eulalia - Detail | 1885
Yol kavşağında rastladım ona; yalnızca bir pelerini ve bir asası olan bir adamdı, yüzü acıların tülüyle örtülü. Birbirimizi selamladık, dedim, "Evime gel ve konuğum ol." Ve geldi. Karım ve çocuklarım bizi eşikte karşıladılar. Onlara gülümsedi; gelişini çok sevmişlerdi. Ve hep birlikte sofraya oturduk; ve bu adamdan çok hoşnuttuk; çünkü bir suskunluk ve bir gizem gizliydi onda. Ve yemekten sonra ateşin etrafında toplandık, ve gezilerini sordum ona. O gece ve ertesi gün bize bir çok öykü anlattı; ama şimdi aktaracaklarım, o kendisi sevecen olanın günlerinin acısından doğmuştur; ve bu öyküler, yolunun tozundan ve sabrından devşirilmiştir. Ve üç gün sonra bizi terkettiğinde, konuğun gittiğine değil, içimizden birinin hâlâ bahçede beklemekte olup, içeri girmediğini duyumsadık.

Halil Cibran | Gezgin | Anahtar Kitaplar Yayınevi | 85 s.

Salı, Ocak 14, 2014

Montaigne | Denemeler'in Konusu

Michel de Montaigne | 1533 - 1592
Başkaları insanoğlunu yetiştiredursun ben onu anlatıyorum ve kendimde, pek kötü yetişmiş bir örneğini gösteriyorum. Bu örneği yeniden biçim vermek elimde olsaydı onu elbet olduğundan çok başka türlü yapardım. Bir kez yapılmış artık. Şunu söyleyeyim ki, kendimi anlatırken söylediklerim değişik ve değişken olmakla beraber hiç gerçeğe aykırı değildir. Dünya durmayan bir salıncaktır: Orada her şey toprak, Kafkas'ın kayalıkları, Mısır'ın piramitleri, hem çevresiyle birlikte, hem de kendi kendine sallanır. Durmanın kendisi bile daha ağır bir sallantıdan başka bir şey değildir. Konumu (kendimi) hep aynı halde bulundurmak elimde değil. Doğal bir sarhoşlukla, salına serpile yürüyüp gidiyor. Onu belli bir noktada, canımın istediği bir andaki haliyle alıyorum. Duruşu değil, geçişi anlatıyorum: Fakat yaştan yaşa, yahut halkın dediği gibi "yedi yıldan yedi yıla" geçişi değil, günden güne, dakikadan dakikaya geçişi. Hikayemi saati saatine yazmam gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olaylar, kararsız ve bazen çelişmeli düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konuları ayrı koşullara ve ayrı bakımlara göre mi ele alıyorum? Her ne hal ise, kendi kendimden ayrıldığım oluyor. Fakat Demades'in dediği gibi, doğrudan hiç ayrılmıyorum. Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde. Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz; zararı yok. Bütün ahlak felsefesi sıradan ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır. (Kitap 3, bölüm 2)

Olgun bir okuyucu çok kez başkasının yazdıklarında yazarın düşünmediği güzellikler bulur, okuduklarına daha zengin anlamlar ve renkler kazandırır. (Kitap 1, bölüm 26)

Başkalarının bilgisiyle bilgin olabilsek bile, ancak kendi aklımızla akıllı olabiliriz. (Kitap 1, bölüm 24)

Montaigne | Denemeler | Cem Yayınevi | 365 s.

Pazartesi, Ocak 13, 2014

Emil Michel Cioran | Anti-Peygamber

Gustave Doré [1832 - 1883] | Moses Breaks the Tables of the Law
Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında dünyadaki kötülük biraz daha artar…

Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her insan kendinin bir şey önereceği ânı bekler: Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır ya o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz…

Çöpçüsünden züppesine kadar herkes cinaî cömertliğinin kesesinden harcar; hepsi mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar ki kendi “benliği”ni bir dine çevirir ya da tersten havarilik yaparak “benliği”ni yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır…

Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu ancak bu önerilerin nafilelikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi… huyu suyu belli olmayan mitoloji sürülerin ve yalnızların taşkınlıkları… gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi ölümcül kurgu açlığı…

Fiiliyatımızın kaynağı kendimizi zamanın merkezi nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz ve gururumuz teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik; eğer kıyaslamak, yaşamak’tan ayrılmaz olsaydı mevcudiyetimizin ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak kendi boyutlarına karşı körleşmektir…

Bütün fiiliyatımız –soluk almaktan imparatorluklar ya da metafizik sistemler kurmaya kadar– kendi önemimiz hakkında bir yanılsamadan bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden çıktığına göre kendi hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde görmesi durumunda işe yarar olmaya ve kendini kurtarıcı gibi göstermeye kim çalışırdı ki?
“İdeal”siz bir dünya doktrinsiz bir can çekişme yaşamsız bir ebediyet hasreti… Cennet… Fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bile var olamazdık: İçimizdeki peygamber bizi kendi boşluğumuzda ihya eden deli tarafımızdır.

İdeal bir şekilde zihni açık yani ideal bir şekilde normal insan içindeki hiçlik’ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır… Onu işittiğimi farzediyorum: “Amaçtan, bütün amaçlardan koparılmışım; arzularımın ve burukluklarımın sadece formüllerini muhafaza ediyorum. Sonuca bağlama eğilimine direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da onun içinde çözüm aramaktan dehşete kapılarak yendiğim gibi… İnsanın seyri – ne mide bulandırıcı şey! Aşk – iki tükürüğün karşılaşması… Bütün duygular mutlaklarını salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar. Asalet varoluşun yadsınmasındadır harap olmuş manzaralara tepeden bakan bir tebessümdedir yalnızca.

(Vaktiyle bir “benliğim” vardı; artık sadece bir nesneyim… Yalnızlığın bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları bana benliğimi unutturamayacak kadar hafiftiler. İçimdeki peygamberi öldürmüş olduğuma göre nasıl olur da insanlar arasında hâlâ bir yerim olabilir ki?)

Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.

Cuma, Ocak 10, 2014

Theodor W. Adorno | Marcel Proust İçin

Marcel Proust | 1871 - 1922
Yeteneklerinden ya da zayıflıklarından ötürü, sanatçı ya da düşünür olarak "entelektüel" uğraşlara dalan zengin aile çocukları, "meslektaş" gibi tatsız bir sözcükle anılan kişilerle geçinmenin hiç de kolay olmadığını göreceklerdir. Sorun sadece bağımsızlıklarının kıskanılması, niyetlerinin ciddiyetinden kuşkulanılması ya da egemen güçlerin gizli temsilcisi olarak görülmeleri değildir! Çok köklü bir hıncı yansıtsalar da, bu tür kuşkuların çoğu zaman hiç de temelsiz olmadığı ortaya çıkar sonuçta. Ama direncin asıl kaynağı başka yerdedir. Bugün zihinsel konularla uğraşmanın kendisi de "pratikleşmiş", departmanları ve giriş kısıtlamalarıyla katı bir işbölümünün geçerli olduğu bir ticari faaliyet haline gelmiştir. Para kazanmanın getirdiği alçalmadan tiksindiği için zihinsel uğraşı seçen varlıklı kişi, bu gerçeği kabul etmeye yatkın olmayacaktır. Bunun için de cezalandırılır. Bir "profesyonel" değildir; bu yüzden, kendi konusunu ne kadar iyi bilirse bilsin, hevesli amatörler sınıfına yerleştirilir rekabetçi hiyerarşi içinde; ve kariyer yapmak için de at gözlüğü takmak, en katı, en duyarsız uzmandan bile daha uzmanca davranarak kendi konusunun içine hapsolmak zorunda kalır. En çok öfke uyandıran şey, ekonomik durumu sayesinde bir ölçüye kadar gerçekleştirebildiği işbölümünü askıya alma isteğidir: Toplumun dayattığı işlemleri onaylamaya çok yatkın olmadığını sezdirir bu istek, oysa otoriter yeterlilik anlayışı da bu türden tuhaflıklara izin vermez. Resmi bir sözleşmeye bağlı olmadan çalışan zihni ortadan kaldırmanın yollarından biridir düşüncenin departmanlaştırılması. Üstelik hiç zor değildir bunu yapmak, çünkü sırf yaptığı işten zevk almakla bile işbölümünü yadsımış olan kişi, bu çalışmanın standartları açısından birtakım açıklar vermiş olacaktır, kendi üstünlüğüyle bağlantısız olmayan açıklar. Böylece korunur düzen: Bazıları başka türlü yaşayamayacakları için oyuna katılmak zorunda kalır, başka türlü yaşayabilecek olanlar da oyuna katılmak istemedikleri için dışarda bırakılır. Bağımsız aydınların terk ettiği sınıf, kendi taleplerini tam da kaçakların sığındığı alanın içinden ortaya sürerek öcünü almaktadır sanki.

Theodor W. Adorno | Minima Moralia | Çeviri: Ahmet Doğukan & Orhan Koçak | Metis Yayınları | 280 s.

Perşembe, Ocak 09, 2014

W. Benjamin | Pasajlar | Tarih Kavramı Üzerine -I

Hep söylenegeldiğine göre, bir otomat varmış ve bu öyle yapılmış ki, bir satranç oyuncusunun her hamlesine, kendisine partiyi kesinlikle kazandıracak bir karşı hamleyle yanıt verirmiş. Geniş bir masanın üstündeki satranç tahtasının başında, sırtında geleneksel Türk giysileri bulunan, nargile içen bir kukla otururmuş. Aynalardan oluşan bir sistem aracılığıyla, ne yandan bakılırsa bakılsın, masa saydammış gibi görünürmüş. Gerçekte ise masanın altında, satranç ustası olan kambur bir cüce otururmuş ve kuklanın ellerini iplerle yönetirmiş. Bu mekanizmanın bir benzerini felsefe alanı için tasarımlayabilmek olasıdır. Bu bağlamda sürekli kazanması öngörülen, “tarihsel maddecilik” diye adlandırılan kukladır. Bu kukla, bilindiği üzere, günümüzde artık küçük ve çirkin olan, kendini göstermesine de izin verilmeyen tanrıbilimi de hizmetine aldığı takdirde, herkesle rahatça başa çıkabilir.

Walter Benjamin | Pasajlar | Yapı Kredi Yayınları | 296 s.

Çarşamba, Ocak 08, 2014

Nietzsche | İnsanca, Pek İnsanca -I | Önsöz Yerine


"— Bir süre, insanların kendilerini verdikleri değişik uğraşları tartıp biçtim ve içlerinden en iyisini seçmeye çalıştım. Ama bu işi yaparken ne gibi düşüncelere vardığımı burada anlatmam gerekmiyor: Kendi payıma hiçbir şey kendi amacıma sıkı sıkıya bağlı kalmaktan daha iyi görünmedi gözüme, yani: bütün ömrümü, aklımı eğitmek ve hakikatin izlerini, kendime seçtiğim yöntem ve biçimle aramak için kullanmaktan. Çünkü bu yolda giderken tadına bakmaya başladığım meyveler, kanımca bu yaşamda daha hoşu, daha masumu bulunamayacak türdendiler; ayrıca, bu inceleme tarzından yararlandığımdan beri her gün, hep bir önemi olan ve kesinlikle herkesin bilmediği yeni bir şey keşfettim. Sonunda ruhumu öyle bir mutluluk kapladı ki, tüm öteki şeyler ona hiçbir acı veremezdi."  

Cartesius'un Latincesinden.
Önsöz Yerine / İnsanca, Pek İnsanca -I | Nietzsche'nin Birinci Baskı'ya Notu, 1878

Pazartesi, Ocak 06, 2014

Emil Michel Cioran | Fanatizmin Şeceresi


I'll join with black despair against my soul, / And to myself become an enemy.
Yeisle birleşeceğim ruhuma karşı, / Ve düşmanı olacağım kendimin.

- III. RICHARD

Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür: Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur… İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.

İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz. Tarih, bir Sahte Mutlaklar Geçidi’nden, bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden, zihnin Gayri Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir. Dinden uzaklaştığında bile insan dine tâbi kalır; bütün çabasıyla tanrı benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle: İçindeki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden gelir. Bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir: Bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır. Hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvani temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melekesi'ni bir yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Hele fikrini tanrıya dönüştürsün: Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür. Akıl Tanrıça’sının ulus, sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı aşırılıklar Engizisyon’un ya da Reform’unkilerle akrabadır. Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin üzerine yoktur: Azize Teraza ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilirdi, Luther de köylü katliamlarıyla… Mistik krizlerde, kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine pareleldir… Darağaçları, zindanlar, hücreler, ancak bir imanın gölgesinde çoğalır -ruhu hepten sarmış olan o inanma ihtiyacının gölgesinde. Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde bulunduran kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır. Neronlar’a, Tiberiuslar’a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık kavramını hiçde onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini oyalayan, çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece. Hakikî katiller, dini ve siyasi düzeyde bir Ortodoksluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım yapanlardır.

Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar… Kesin kararların altından bir hançer yükselir; Alevli gözler cinayet habercisidir. Hamlet’ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir, huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği -bütün faziletlerinden daha soylu zaafları- alaya almakla gönül eğlemiş olduğu için, mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz sıradanlık ve kıyamet karışımına girmiş olan bir ırkın Prometheus’vari megalomanisindedir… Orada kesinlikler çoktur: Bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın: Cenneti yeniden kurarsınız.Düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku, bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? Bundan fanatizm doğar -insana işgörür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur-, o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir; onları ezer ya da taşkınlaştırır… Bunun elinden bir tek kuşkucular kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey önermezler, çünkü -insanlığın hakiki velinimetleri olan onlar- tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler. Bir Pyrrhon’un* yanında, kendimi bir Aziz Paulus’un yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle… Ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş bir avcı hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay kolay kurtulamaz… İster sema adına, ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister. Bir inanç tarafından ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selâmet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi belediyelerinde mutlakları vardır; yönetimin ise yönetmelikleri – maymunların kullanımına yönelik metafizik… Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar: Dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar. Olay kaynağı haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık, ya da kişinin kendi istediği bir lanet gibi etki eder. Toplum – bir kurtarıcılar cehennemi! Diogenes’in elinde lambasıyla aradığı ilgisiz birisiydi…

Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini, emin bir ses tonuyla “biz” dediğini, “diğerleri”ni andığını duymam; kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi, aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar nefrete müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve bunu yerine getirenin “saflar” olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir. Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez; halbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için ne yüreklerinize ne de artdüşüncelerinize karışırlar; sizi kendi gevşekliğinizin, ümitsizliğinizin ya da yarasızlığınızın eline bırakırlar; insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur: Fanatiklerin işkence ettiği ve “idealistler”in batırdığı halkları kurtaran onlardır. Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve çıkarları vardır; İlkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar.Zira hayattaki bütün kötülükler bir “hayat anlayışı”ndan ileri gelir. Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski Sofistlerin çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; -bir de yolsuzluk dersleri…

Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna öldürüyorsa, onun için pekâlâ ölebilir de; her iki durumda da, tiran veya şehit de olsa, bir canavardır. Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. Acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin de kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha rahat hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla tiksindiren hiçbir şey yoktur… Yücelik ve kan dökmeden bıkıp usandığı için, evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının, şüphenin bir olay ve ümidin bir musibet gibi görüneceği değişmezlikte bir Tarih’in hayalini kurar.

______________________________________________________
* Kuşkuculuk okulunun M.Ö. 365-275 yıllarında yaşamış olan kurucusu (ç.n)


Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.