Sayfalar

_____________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________

Salı, Şubat 25, 2014

Eduardo Galeano | Kuna Gecesi | 25 Şubat

Kuna'lı Kadınlar
Panama hükümeti çıkardığı yasayla, ülkede yaşayan barbar, yarı barbar ve vahşi kabilelere medeni yaşamın dayatılması, emrini vermişti. Ve hükümet sözcüsü açıklamıştı: -Kuna yerlileri artık burunlarını değil yanaklarını boyayacaklar ve bundan böyle halkaları burunlarına değil kulaklarına takacaklar. Ve artık kendi geleneksel kıyafetlerini değil, medeni kıyafetleri giyecekler. Dinleri, tanrılarına sundukları ayinleri ve kendi içlerindeki geleneksel yönetim biçimleri de yasaklandı. 1925 yılında, İguana ayinin yirmi beşinci gününün gecesi, Kunalar kendi hayatlarını yaşamalarını yasaklayan polislerin tümünü bıçaktan geçirdiler. O günden beri, Kuna kadınları burunlarını boyamaya ve her biri fırça yerine iğne ipliğin kullanıldığı bir sanat eseri olan kendi geleneksel kıyafetlerini giymeye devam ediyorlar. Ve kadınlarla erkekler, paylaşılmış krallıklarını iyi kötü savundukları iki bin adada kendi törenlerini ve toplantılarını gerçekleştiriyorlar.

Eduardo Galeano | Ve Günler Yürümeye Başladı | Çeviri: Süleyman Doğru | Sel Yayıncılık | 403 s.

Pazartesi, Şubat 24, 2014

Halil Cibran | Kartal ve Tarlakuşu

Halil Cibran | Kartal ve Tarlakuşu
Bir tarlakuşu ile bir kartal yüksek bir tepenin kayalıklarında karşılaştılar. Tarlakuşu dedi, "İyi günler olsun, Efendim." Ve kartal onu bir süre süzdükten sonra isteksiz, seslendi. "İyi günler." Ve tarlakuşu dedi, "Umarım keyfiniz yerindedir, Efendim." "Evet," dedi kartal, "Keyfimiz yerindedir. Ama bilmez misin ki biz kuşların kralıyız ve biz söz söylemeden senin konuşmaya hakkın yoktur?" Tarlakuşu dedi, "Ben aynı aileden olduğumuzu sanıyorum." Kartal onu küçümseyen bakışlarla baktı ve dedi, "Seninle benim aynı aileden olduğumuzu kim söyledi ki?" Ve tarlakuşu dedi, "Ama size şunu hatırlatayım; ben de sizin kadar yükseğe uçabilirim ve şarkılarımla bu dünyanın diğer yaratıklarına mutluluk veririm. Oysa siz kimseye ne keyif ne de mutluluk verirsiniz." Ve kartal öfkelendi, ve dedi, "Keyif ve mutlulukmuş! Seni gidi küçük ukala yaratık! Seni gagamın bir darbesiyle mahvedebilirim. Boyun ancak ayağım kadar." Ve tarlakuşu uçarak kartalın sırtına kondu ve tüylerini yolmaya başladı. Kartal küçük kuştan kurtulmak için hızla yükseldi, tedirgin. Ama olmadı. Sonunda küçük yaratık sırtında, yüksek tepenin üzerindeki kayaya kondu; hiç bir zaman bu kadar öfkelenmemişti; kör talihine lanetler yağdırıyordu durmaksızın. O sırada, küçük bir kaplumbağa çıkageldi ve bu görüntüyü görünce gülmeye koyuldu. Öyle çok güldü ki, neredeyse sırt üstü devrilecekti. Ve kartal kaplumbağaya baktı ve dedi, "Sen ey ağır, yerlebir, sürüngen yaratık; neye gülüyorsun?" Ve kaplumbağa dedi, "Görüyorum ki ata dönmüşsün ve küçücük bir kuş seni sürüyor; ama küçük sürücün senden daha iyi." Ve kartal dedi, "Sen kendi işine bak. Bu kardeşim tarlakuşuyla benim aramda, bir aile meselesidir yalnızca."

Halil Cibran | Gezgin | Anahtar Kitaplar Yayınevi | 85 s.

Pazar, Şubat 23, 2014

Emil Michel Cioran | Tanrı'nın İçinde Yok Olmak

Caspar David Friedrich | Two Men by the Sea | 1817
Farklı özüne itina gösteren ruh, kaçındığı şeyler tarafından her adımda tehdit edilir. Dikkati - en büyük ayrıcalığı - onu sık sık terk ettiği için kaçmak istediği eğilimlere boyun eğer ya da murdar sırlara yem olur... Bizi hayvanlara ve nihai meselelere yakınlaştıran bu korkuları, bu titremeleri, bu baş dönemlerini kim yaşamamıştır ki? Dizlerimiz bükülmeden titrer, ellerimiz kavuşmadan birbirini arar, gözlerimiz hiçbir şey görmeden yukarı bakar... Cesaretimizi pekiştiren o dikey kibri, bizi gösteri yapmaktan muaf tutan o duyguyu, o hareketlerden dehşet duyma duygusunu muhafaza ederiz; gülünçlük derecesinde ifadeye gelmez olan bakışları örtmek için, göz kapaklarımızın yardımını da... Kayıp gitmemiz yakındır, ama kaçınılmaz değildir; ilginç bir kazadır, ama hiç yeni değildir; korkularımızın ufkunda  şimdiden bir tebessüm doğmaktadır... Duanın kucağına hiç düşmeyeceğizdir... Zira sonunda O kazanmamalıdır; büyük harfle yazılan ismini lekelemek, istihzamıza düşer; saçtığı titremeleri dağıtmak da yüreğimize... 

Böyle bir varlık gerçekten olsaydı; zayıflıklarımız kararlarımıza, derinliklerimiz sınamalarımıza üstün gelseydi, o zaman hala düşünmeyi sürdürmek beyhude olmaz mıydı? Madem ki zorluklarımız halolmuş, sorularımız askıya alınmış ve büyük korkularımız yatıştırılmış... Fazla kolay olurdu bu. Her mutlak - şahsi veya soyut - sorunları es geçmenin bir tarzıdır; sadece sorunları değil, duyuların paniğinden başka bir şey olmayan köklerini de...

Tanrı: Ürküntümüzün üzerine dosdoğru düşüş; hiçbir ümide kanmayan arayışlarımızın ortasına yıldırım gibi inen selamet; tesellisiz kalmış ve zaten teselli edilmek de istemeyen kibrimizin dolambaçsız bir biçimde geçersizleşmesi; bireyin kızağa çekilme yolunda ilerlemesi; endişe noksanlığı yüzünden ruhun işsiz kalması... 

İmandan daha büyük bir feragat var mıdır? İman olmadığında sonsuz sayıda çıkmaza girildiği doğrudur. Ama hiçbir şeyin sonunun hiçbir şeye çıkmadığını; evrenin, hüznümüzün bir yan-ürünü olduğunu bile bile, bu ayak sürüme ve kafamızı yere göğe vura vura ezme zevkinden kendimizi niye mahrum edelim?

Atadan kalma ödlekliğimizin bize önerdiği çözümler, entelektüel edebinden yan çizmenin en beter yollarıdır. Yanılmak, kandırılmış olarak yaşamak ve ölmek; insanların yaptığı budur. Ama bizi Tanrı'nın içinde yok olmaktan koruyan ve bütün anlarımızı, hiç etmeyeceğimiz dualara dönüştüren bir haysiyet de vardır.

Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.

Cumartesi, Şubat 22, 2014

Albert Caraco | Her Birimiz Tek Başımıza Ölüyoruz

Gustave Dore | Achan Is Stoned to Death
Her birimiz tek başımıza ölüyoruz ve bütünüyle ölüyoruz; bu iki hakikati çoğu kişi reddeder, çünkü çoğu insan yaşadığı süre boyunca uyuklar ve yok olacağı anda uyanmaktan çekinir. Yalnızlık ölümün okullarından biridir, çoğunluk asla bu okula giremez, bütünlük başka bir yerde elde edilemez, aynı zamanda yalnızlığında ödülüdür bütünlük. İnsanları birbirinden ayırt etmek gerekirse, insanlar üç takıma ayrılır: Uyurgezerler ki bunlar sürüyledir; aklı başında ve duyarlı olanlar iki düzlemde yaşarlar ve kendilerinde neyin eksik olduğunu bilerek, hiç bulamadıkları şeyi aramaya çalışırlar; tinsel insanlar iki kez doğmuşlardır, tek başlarına ölmek ve bütünüyle ölmek için düzenli adımlarla ölüme doğru yürürler; ölüm anını, yerini ve tarzını tesadüfen de olsa seçemedikleri durumda, gündelik işleri küçümsediklerini belirtmenin tek yoludur bu onlar için. Uyurgezerler putperesttir; aklı başında ve duyarlı olanlar mümindir; iki kez doğmuş tinseller, uyurgezerlerin hayal edemedikleri, ötekilerin ise tahayyül bile edemediği şeye taparlar tinde, çünkü onlar kâmil insanlardır, dolayısıyla zaten elde etmiş oldukları şeyi ne aramaya kalkışırlar ne de ona taparlar, çünkü kendileri odur zaten.

Albert Caraco | Kaos'un Kutsal Kitabı | Çeviri: Işık Ergüden | Versus Kitap | 120 s.

Cuma, Şubat 21, 2014

Georg Simmel | Tınla Ey Küçük Bahar Şarkısı

Ito Jakuchu | Birds, Animals, and Flowering Plants in Imaginary Scene
[Bir An Resmi]

Rengârenk güzdü ve sonun öncesinin tereddütlü hüznü her yanı kaplamıştı. Sanki doğa, nasılsa ölüme gidiyor diye, o bilge tutumluluğunu unutmuş, sarısını ve yeşilini ve kırmızısını, kaybeden bir kumarbazın tutkusuyla harcıyordu. Sonra, yine de bir ümit varmışçasına, yumuşak ve şen bir esinti ve arada, güz gününün o tarifsiz hüznü, içinde, hastalarımızı dışarı çıkardığımız ilkbahardan bir şeylerin de salındığı. Bir şarkı çıkar yolumuza – dışımızda mı, yoksa içimizde mi? Çabucak selamlayıp yoluna devam etmek ister, daha ben ne olduğunu çıkaramadan – sanki sadece nağmeleri tınlayıp geçmiş gibi. Ama onu yakalıyorum: “Şarkı, nereden geliyorsun?” “Bahardan geliyorum, menekşelerden. Ve görevim bir gül görürsem şairimin selamını söylemek. Fakat yazı ormanın kırlarında daldığım hülyalarla geçirdim ve şimdi görevimi artık yerine getiremeyeceğim için üzgünüm.  Zira şu son güller öyle saklı ve solgun ki, onları selamlamadan yanlarından geçip gidiyorum ve son anda onları fark edip geri döndüğümde solmuş gitmiş oluyorlar. Ve bir gülü daha uzaktan selamlayacak olsam, görüyorum ki, o bir gül değilmiş, renkli, başka, kokmayan bir şeymiş. Ama şimdi acele etmeliyim – orada, çitin yanında   ve gitti, ona şairinin zaten farklı bir şey beklemediğini söyleyemeden. Zira o, kaderimizin karşılaştığımız gülü selamlamamak olduğunu, eğer bir şeyi selamlarsak da, bunun bir gül olmadığını bilir.

Georg Simmel | Felsefi Minyatürler | Dost Kitabevi | 134 s.

Çarşamba, Şubat 19, 2014

Maurice Blanchot | Öteye Adım Yok Ötesi | 01

Jacques-Louis David | The Death of Socrates | 1787
Ölüme alışık değiliz.

Alışık olmadığımız için de, ölüme, ya bizi kendimizden geçiren, alışkanlıklarımızdan eden ya da bizi dehşete düşüren, beklenmedik bir şey olarak yaklaşırız. Ölüm düşüncesi, ölümü düşünmemize yardımcı olmaz, bize ölümü düşünülecek bir şey olarak vermez. Ölüm, düşünce, öyle yakındır ki birbirine, ölürken düşünmeyebilsek bile düşünürken ölmekteyizdir: her düşünce ölüme gebedir; her düşünce, son düşünceye dönüşmektedir.

Maurice Blanchot | Öteye Adım Yok Ötesi | Ayrıntı Yayınları | 167 s.

Pazar, Şubat 09, 2014

Montaigne | Nasıl Yazmalı

Oskar Kokoschka | The Power of Music
Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır, yüreksiz ederler beni. Hani bir ressam varmış, kötü horoz resimleri yapar ve uşaklarına, dükkana hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı Antigenides'in bulduğu çare benim daha işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar dinletirmiş. Böyle derim de Plutarkhos'tan kolay kolay ayrılamam. O kadar dünyayı içine almış ki bu adam, ne yapsanız, hangi olmayacak konuyu ele alsanız bir taraftan gelir işinize karışır ve size türlü zenginlikler, güzelliklerle dolu cömert bir el uzatır. Kendini her gelene bu kadar kolayca yağma ettirmesi bayağı gücüme gidiyor. Şöyle biraz tuttunuz mu, kolu kanadı elinizde kalıyor.

Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Öyle bir yer ki tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latince'sini bilmez, hele Fransızca'sını hiç anlamaz. Başka yerde yazsam daha iyi yazardım, ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları pekala düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum. Bana dediler mi, yahut ben kendi kendime dedim mi ki: "Sen kaba kaba benzetmeler yapıyorsun; bu sözcük Gaskonya kokuyor; bu sözün tehlikeli [Ben Fransa sokaklarında söylenen hiçbir sözden kaçmam; gramer adına kullanılan dile çatanlar benimle alay ederler]; bak şu cahilce söze; akla aykırı laf ediyorsun; fazla ileri gidiyorsun; sen boyuna kendinle oynuyorsun, sahiden söylediğini de herkes yalancıktan sanacak." "- Doğru, derim; ama ben dikkatsizlikten gelen hatalarımı düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum? Her yerde böyle çiğ çiğ göstermiyor muyum kendimi? Sorun yok. Yazarken aradığım da bu zaten. Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün." [Kitap 3, Bölüm V]

Odysseus'un dertlerini inceleyip kendi dertlerini bilmeyen dil bilginleriyle, çalgılarını akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten sözetmeyi öğrenip adaleti uygulamayanlarla alay edermiş kral Dionysius. [Kitap 1, Bölüm 25]

Montaigne | Denemeler | Cem Yayınevi | 365 s.

Cuma, Şubat 07, 2014

Halil Cibran | Giysiler

Sandro Botticelli | The Birth of Venus | 1485
Birgün Güzellik ve Çirkinlik bir deniz kıyısında karşılaştılar. Ve dediler, "Haydi, denize girelim." Ve giysilerini çıkartıp sularda yüzdüler. Ve bir süre sonra, Çirkinlik kıyıya dönüp Güzelliğin giysilerine büründü ve yoluna gitti. Ve Güzellik de denizden çıktı; ve kendi giysilerini bulamadı; ama çıplak olmak utandırıyordu onu; çaresiz Çirkinliğin giysilerine büründü. Ve yoluna devam etti Güzellik. O gün bugündür erkekler ve kadınlar onları birbirine karıştırır. Ancak içlerinden Güzelliğin yüzünü önceden görmüş kimileri vardır ki, giysilerine bakmaksızın tanırlar onu. Ve yine Çirkinliğin yüzünü bilen kimileri vardır ki, giysi onu gözlerinden gizleyemez.

Halil Cibran | Gezgin | Anahtar Kitaplar Yayınevi | 85 s.

Salı, Şubat 04, 2014

Emil Michel Cioran | Uygarlık ve Havaîlik

Jacques-Louis David | The English Government
Küstah ve leziz zihinler eserlerin ve şaheserlerin dokularına ince horgörü ve hercai alaylardan saçaklar eklemeselerdi, onların aşınmış kütlesine ve derinliğine nasıl dayanabilirdik? İncelikleriyle toplumun hem doruklarına hem de kıyısına yerleşen o sevimli varlıklar olmasa, ataletle görgünün zeki ve beyhude zaaflara gereksiz yere kattığı yasalara, âdetlere, kalpten kopan pasajlara nasıl tahammül ederdik?

Ciddiyeti kötüye kullanmamış, değerlerle oynamış, bu değerleri meydana getirmekten ve yok etmekten büyük bir zevk almış uygarlıklara minnettar olmak gerekir. Yunan ve Fransız uygarlıkları dışında, şakacı bir zihin açıklığıyla şeylerdeki zarif hiçliğin gösterisini sunan bir uygarlık biliyor muyuz? Alkibiades’in dönemi ile on sekizinci yüzyıl Fransası iki teselli kaynağıdır. Halbuki diğer uygarlıklar, hayata bir yararsızlık lezzeti veren o neşeli icraatın tadını ancak son aşamalarında, bütün bir inanç ve gelenek sisteminin çöküşünde alabilmişlerdir – bu iki yüzyıl ise, her şeye karşı kaygısız olan ve her şeyi kabul eden can sıkıntısını en olgun çağlarında, güçlerine ve geleceğe tam anlamıyla mâlikken yaşamışlardır. Bir yandan hayata lânet okurken yine de hayattaki burukluğun hoşluklarını tadan, yaşlı, kör ve ileri görüşlü Madam du Deffand’dan iyi bir simge var mıdır?

Hiç kimse havaîliğe hemen ulaşamaz. O bir ayrıcalık ve bir sanattır; her tür kesinliğin imkânsız olduğunun farkına varan ve kesinliklerden tiksinen kimselerdeki yüzeysellik arayışıdır; doğal bir şekilde dipsiz oldukları için hiçbir yere götüremeyecek uçurumlardan uzağa kaçıştır.

Bununla birlikte, geriye görünümler kalır: Neden bunları bir üslûp düzeyine yükseltmeyelim? Bütün akıllı devirlerin tanımı buradadır. İfadeyi taşıyan ruhtan ziyade, ifadenin kendisine; sezgiden ziyade teveccühe itibar edilen noktaya varılır; heyecan bile nazik bir hale gelir. Hiçbir zarafet önyargısı taşımayan, kendi kendine teslim edilmiş olan varlık bir canavardır; kendi içinde, sadece elikulağında terörün ve inkârın kol gezdiği karanlık bölgeler bulur. Ölmekte olduğunu bütün canlılığıyla bilmek ve bunu gizleyememek bir barbarlık eylemidir. Her samimi felsefe, sırlarımızı eleyen ve istenen etkilere dönüştürme işlevi gören uygarlığın unvanlarını inkâr eder. Böylece havaîlik, olduğumuz gibi olma derdine karşı en etkili panzehir haline gelir: Onun aracılığıyla dünyayı kötüye kullanırız ve derinliklerimizde yatan yakışıksızlığı gözlerden saklarız. Onun hünerleri olmasa, bir ruh sahibi olmaktan ötürü nasıl yüzümüz kızarmazdı? Aşırı hassas yalnızlıklarımız, ötekiler için ne cehennemdir! Ama hep onlar için, bazen de kendimiz için icat ederiz görünümlerimizi…

Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.