Sayfalar

_____________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________

Çarşamba, Mart 30, 2016

Ernst Bloch | Uyumak

Ilya Repin | Sleeping Cossack | 1914
Kendimizde henüz boşuz. O halde, dış uyarıcılar yoksa, kolaylıkla uykuya dalarız. Yumuşak yastıklar, karanlık ve sükûnet bizi uykuya daldırır, beden kendini karartır. Gece uykusuz uzanılması uyanık olmak demeye gelmez, aksine aynı yerde külçe gibi ağır, iç kemirici bir sürünüp durmadır bu. O vakit anlar insan, her şey bir yana, sırf kendiyle baş başa kalmanın ne denli huzursuz edici olduğunu.

Ernst Bloch | İzler | Çeviri: Suzan Geridönmez | İletişim Yayınları | 272 s.

Salı, Mart 29, 2016

Theodor W. Adorno | Suda Balık

Francisco Goya | Little goblins | 1799
Tekelci sanayinin her şeyi kuşatan dağıtım aygıtınca yerinden edilen dolaşım alanı, bu iflastan sonra, tuhaf bir ikinci yaşama kavuştu. Aracı mesleklerin ekonomik temelleri yok olurken, milyonlarca insanın özel yaşamı da acentelerin ve aracıların yaşamına dönüşüyor; tüm özel alan, ortada bağlanacak hiçbir iş olmadığı halde, her bakımdan ticari faaliyeti andıran bir sürecin içine çekiliyor. İşsizinden memuruna, yatırımlarını temsil ettiği kişilerin her an gazabına hedef olabilecek kamu görevlisine kadar, bütün bu tedirgin insanlar, her yerde hazır ve nazır olduğunu sandıkları yürütme gücüne ancak duygudaşlıkla, gayretkeşlikle, işe yarayarak ve bezirgânca davranarak yaranabileceklerine inanıyorlar. Bir "bağlantı" olarak görülmeyen hiçbir ilişki kalmayacak yakında, ilkin "muteber" olup olmadığına bakılmayan hiçbir arzu kalmayacak. Bir dolayım ve dolaşım kategorisi olan bağlantılar kavramı, gerçekte dolaşımın asıl zemini olan pazardan çok, kapalı ve tekelci hiyerarşiler içinde bulmuştur gelişme ortamını. Ama şimdi bütün toplum hiyerarşikleştiği için, geçmişte özgürlüğün hiç değilse görüntüsünün varolduğu her yerde bu kirli bağlantıların ürediği görülüyor. Sistemin akıldışılığı, bireyin ekonomik yazgısı kadar asalak psikolojisinde de ifadesini buluyor. Eskiden, mesleki ve özel yaşam arasındaki o çok suçlanan burjuva işbölümüne benzer bir şeylerin hâlâ varolabildiği bir dönemde -bir işbölümü ki kayboluşuna sevinelim mi üzülelim mi bilemiyoruz şimdi- özel alanda pratik amaçlar güden adama yontulmamış bir sonradan görme olarak bakılırdı. Bugünse, belirgin bir art niyet sahibi olmadan özel faaliyetlere dalmanın bir terbiyesizlik, "ecnebilik", hatta küstahlık olduğu düşünülüyor. Suçlanan bir tutum haline geldi bir şeyin peşinde olmamak: Bu yağmada başkalarına yardım edilmesine de ancak karşılığında bir şeyin istenmesi koşuluyla izin veriliyor. Sayısız insan, mesleklerin tasfiyesinden bir meslek yaratıyor kendine. İyi insanlar bunlar, herkesle kaynaşan, herkesin sevdiği makul insanlar, bütün rezillikleri insanca bir hoşgörüyle bağışlayan ve standartlaşmamış her türlü dürtüyü de derhal duygusal olarak damgalayan sağduyulu insanlar. İktidarın bütün koridorlarını, bütün girdisini çıktısını bilirler, en gizli niyetlerini sezerler ve gönüllü propagandistliğini üstlenirler, geçimlerini de bundan çıkarırlar. Bütün siyasal kamplarda rastlanır onlara, hatta sistemin yadsınmasının fazlaca veri alındığı ve bu yüzden de kendine özgü bir konformizmin, gevşek ama incelikli bir konformizmin serpildiği muhalif kampta bile. Belli bir iyi kalplilikle sempati toplarlar, başkalarının işlerine gösterdikleri o sevecen ilgiyle - spekülasyon haline gelmiş diğerkâmlık! Zekidirler, şakacıdırlar, duyarlı tepkileri vardır: Eski bezirgânın zihniyetini, bir gün öncesinin psikolojik keşifleriyle süslemişlerdir. Her konuda yeteneklidirler, aşkta bile, ama inanmadan. Aldatırlar, ama içgüdüsel bir tepkiyle değil, ilke gereği aldatırlar: Kendilerini de başkalarına kaptırmak istemedikleri bir kâr olarak değerlendirdikleri için aldatırlar. Bir çekme-itme ilişkisi vardır zekâyla aralarında, bir dostluk-nefret bağlantısı: Düşünceliler için hem kışkırtıcı bir konudurlar, hem de onların en büyük düşmanıdırlar. Çünkü direncin son sığmaklarına da gizlice sızarak, aygıtın taleplerinden hâlâ muaf kalabilmiş saatleri kirletenler de onlardır. Gecikmiş bireycilikleri, bireyin son kalıntılarını da zehirlemektedir.

Theodor W. Adorno | Minima Moralia | Çeviri: Ahmet Doğukan & Orhan Koçak | Metis Yayınları | 280 s.

Cumartesi, Mart 26, 2016

Cemil Meriç | Yarı Yolda Kalmak

Pera / Beyoğlu - İstanbul 19 yy. Sonları
Bu şeb de cuşiş-i yâdınla ağladım durdum.. Korporasyonların çelik korsasını parçalayıp atan Avrupa burjuvazisi, toprağın bağrından fışkıran fabrikalar, bire bin veren teknik ve pazar ihtiyacı. Tanzimat’tan beri kendi irademizle Batı'ya yöneldiğimizi vehmedenler, gülünç bir gaflet içindedirler. Milleti millet yapan kalabalık, oyunun tamamen dışında. Bütün oyunların, hatta tarihin dışında. Ağaç gibi mâzisiz. Batı'yla Doğu arasında bir miras farkı var. Diyalog asırlardan beri devam ediyor. Biz anahtar deliğinden dinliyoruz konuşulanları. İçeriye buyur ettikleri zaman kekeliyoruz. Zira hafızamızda konuşulanlardan kırık dökük parçalar var. Şerit sık sık kopmuş. Yurdunda okuyucun yok. Amenna. Ama yurdun bu bir avuç toprak parçası mı? Genişletsene yolunu. Kitap ve düşünce seni vatanında garipleştirdi. Koptun. Ama yeni bir güneşe peyk olamadın. Olamazsın da. Trajedi burada. Yarı yolda kalmak. Hepimiz yarı yoldayız. Ama ben bir kâbus içindeyim. Yürüyemiyorum.

Cemil Meriç | Jurnal -1 | İletişim Yayınları | 399 s.

Cuma, Mart 25, 2016

Søren Kierkegaard | Ağustos Tatili

Henryk Siemiradzki | Nero's Torches (Leading Light of Christianity) | 1876
Herhangi bir gerçek başarıdan önce gelen onaylama için açlık duyan modernitenin kibrini ne ile kıyaslayacağız? Çağımız, onaylanma önceden alınsa bile, önceden yapma çağıdır. Hiç kimse kesin bir şey yapmakla tatmin olmuyor, herkes yeni bir kıta keşfetmenin yanılsamasıyla pohpohlanmak istiyor. Tıpkı eylülün birinden itibaren sınavlarına büyük bir hevesle çalışmaya karar veren ve bu kararını güçlendirmek için ağustos boyunca tatil yapmaya karar veren genç bir adam gibi, bu yüzden şimdiki kuşak -kesinlikle anlaması ne kadar daha zor olsa da- öyle görünüyor ki gelecek kuşağın çalışmaya daha ciddi oturması konusunda ciddi bir karar vermiş, gelecek kuşağı rahatsız etmemek ya da geciktirmemek için şimdiki kuşak ziyafetlere katılıyor. Sadece tek bir fark var: genç adam kendisini gençliğin uçarılığında anlıyor, ama bizim kuşağımız ciddi - ziyafetlerde bile.

Søren Kierkegaard | Meseller | Çeviri: Osman Çakmakçı | Pinhan Yayıncılık | 144 s.

Perşembe, Mart 24, 2016

Novalis | Geceye Övgüler | 3

Nicholas Roerich | Star of the Hero | 1936
Bir zamanlar, acı gözyaşları dökmüştüm; umutlarım acılarda eriyerek yitip gittiğinde, ve karanlık, daracık bir hücrede yaşamımı saklayan çorak tepede dururken - daha önce hiçbir yalnızın olmadığı kadar yalnız; anlatılması olanaksız bir korkunun önünde sürüklenerek - güçsüz, sadece düşüncenin sefaleti. - O sırada, ne geriye ne de ileriye gidebilirken, yardım bulmak için etrafa bakındığımda, ve kaçıp giden, sönmüş yaşama sonsuz bir özlemle tutunmuşken: - işte tam o sırada, bir şafak rüzgârıdır esti eski mutluluğumun doruklarından - ve bir anda koptu doğumla olan bağ - ışığın zincirleri. Yeryüzünün görkemi ve onunla birlikte bütün kederim de kaçıp gitti -, onunla hüzün yeni ve açıklanabilmesi olanaksız bir dünyaya aktı - ve sen, ey gecenin coşkusu, cennetin mahmurluğu, her yanımı kapladın - zemin, hafiften yükseldi; üzerinde özgürlüğüne kavuşmuş, yeni doğan ruhum dalgalandı. Bir toz bulutuna dönüştü tepe - bulutun içinden sevgilinin bulanık yüz çizgilerini gördüm. Gözlerinde sonsuzluk dinleniyordu - ellerini tuttum, ve gözyaşları parlak, kopmaz bir bağa dönüştü. Binyıllar, fırtınalar gibi uzaklara kaydı. Onun boynuna sarılıp yeni yaşam için haz dolu gözyaşları döktüm. - Bu, tek ve biricik rüyaydı - ve ancak o zamandan beridir ki, gecenin göğüne ve onun ışığına, sevgiliye olan o sonsuz ve sarsılmaz inancı hissedebiliyorum.

Novalis | Geceye Övgüler | Çeviri: Ahmet Cemal | Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları | 103 s.

Çarşamba, Mart 23, 2016

Albert Caraco | Gençliğimiz Kendini Mahkûm Edilmiş Hissediyor

Spencer Grant | Kent State University Shootings | 1970
Gençliğimiz kendini mahkûm edilmiş hissediyor, bu nedenle üniversiteler kaynıyor, gençlik haklı, biz haksızız, ona yeni bir savaş hazırlıyoruz. Düzen ve savaş birbirine bağlı, ahlakımız bunun gayet iyi farkında, büyük ahlakçıların öğretisine bakmak yeter: Tek kesinlik bu, müebbet barış durumunu hayal bile edemiyoruz, düzen buna katlanamaz. Gençliğimiz düzen ile savaşın uyuştuğu bu ilişkiyi kavradı, bizim değerlerimiz ile kendi bahtsızlıkları arasındaki bağlantıyı anladı, bu artık karşı konulmaz bir keşif. Ama asıl paradoks, gençliğimizin haklıyken haksız olması, çünkü tekbiçimliliğin tehdidi altındaki bu evrende halklar birbirlerinin çağdaşı değil; gençliğin kendini feda etmeye hazır olduğu yeterince ulus var hâlâ. Gençlerimiz bu dünyada barış ilan etmenin dünyanın sizi dinlemesine yeteceğini mi sanıyorlar? Biz Cehennemdeyiz ve lanetli olmaktan, sürekli acı çekmekten başka tercihimiz yok, bir de bu azaptan sorumlu şeytanlar var.

Albert Caraco | Kaos'un Kutsal Kitabı | Çeviri: Işık Ergüden | Versus Kitap | 120 s.

Pazar, Mart 20, 2016

Eduardo Galeano | Şehrazat

Ferdinand Keller | Scheherazade and Shahryār | 1880
Sultan, kendisine ihanet eden birinden intikam almak için hepsinin kellesini uçuruyordu. Şafak vaktinde evleniyor, gün batımındaysa dul kalıyordu. Kadınlar birbiri ardında önce bekaretlerini sonra da kellelerini kaybediyorlardı. İlk gece sonunda hayatta kalmayı bir tek Şehrazat başardı ve daha sonra her yeni gün için yeni bir hikâye anlatarak yaşamaya devam etti. Birilerinden dinlediği, okuduğu ya da uydurduğu bu hikâyeler kellesini kurtarmasını sağlıyordu. Onları ay ışığından başka bir ışık almayan yatak odasının loşluğunda alçak sesle anlatıyordu. Anlatmaktan keyif alıyor ve keyif veriyor ama çok dikkatli hareket ediyordu. Bazen, hikâyenin tam ortasında, Sultan'ın boynunu incelediğini hissediyordu. Eğer Sultan sıkılırsa, onun için her şey bitecekti. Ölüm korkusundan anlatı üstatlığı doğdu.

Eduardo Galeano | Kadınlar | Çeviri: Süleyman Doğru | Sel Yayıncılık | 197 s.

Cumartesi, Mart 19, 2016

Ernst Bloch | Gereğinden Az

Robert Demachy | Autumn | 1899
İnsan kendiyle yalnızdır. Başkalarıyla birlikteyken çoğu kişi kendiyle de değildir. Her ikisinden de sıyrılıp, çıkmak gerekir.

Ernst Bloch | İzler | Çeviri: Suzan Geridönmez | İletişim Yayınları | 272 s.

Cuma, Mart 18, 2016

Emil Michel Cioran | Zamanın Parçalarının Birbirinden Ayrılması

Rembrandt | Philosopher in Meditation | 1632
Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü... Hayalperest bir budalalığın etkisi altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur, uçurumlar da... Yalanlardaki şiir, bir muammanın dürtüsü artık nerede keşfedilir?

Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hâla; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken âniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır... boşluğun açığa çıkmasıdır, hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır...

Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kâfidir: Her şey durur. Heyecanlarını askıya alsa: Artık hiçbir şey titremez olur. Kaprislerini ortadan kaldırsa: Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıklarımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çarpıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz olmasa, mekân buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzularımız, akmaktadır. Birazcık açıkgörülşlülük, en baştaki durumumuza indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı hayal etmemize imkân veren o gülünç görünüşlü ümitlerden arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı bu güzergâhın başlangıcıdır sadece... Zamanın fazla uzun olduğunu hissettirir bize - bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni sunmaktan çıkmıştır.

Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa eder; bâtıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o: Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak.

Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.

[Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikâyet etmeye hakkı yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman matemindeki madde'siz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat imkânlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntılarımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.

Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı?

Sıkıntı, o devasız nekahet...]

Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.

Perşembe, Mart 17, 2016

Cemil Meriç | Müphemin Cazibesi

Henry Holiday | Dante and Beatrice | 1883
Yok senin vasfettiğin dilber bu şehr içre Nedim!.. Hyde Parc'da bir bahar sabahı. Ve sarhoş kelebekler gibi konacak çiçek arayan bakışlar. Ve ipek bir entarinin bir aşk fısıltısına benzeyen ürkek musikisi. Zavallı Milton! Hyde Parc'daki kadın senin rüyandı. Saadet rüyan. Adını öğrensen ne olacaktı? Beatrice veya Laure.

Pigmalyon fânilerin en bahtiyarı. Yaptığı heykelin eti kemiği balçıktan mıydı, mermerden mi? Bilmiyorum. Ama damarlarında dolaşan Pigmalyon'un kanı idi. Pigmalyon da sevgilisini kaburga kemiğinden yarattı. Beatrice'yi de Dante yaratmadı mı? Bir yaşayan Beatrice var, herkes gibi soluk alan, uyuyan, yiyip içen Beatrice ki komşunun kızları kadar irreel. Bir de "İlahi Komedya"nın şafak gibi her gün yeniden doğan Beatrice'i. Reel olan: yalan. Kadın da, bayrak gibi, bir sevgiyi mihraklaştırdığı ölçüde kutsallaşıyor. Milton Hyde Parc'taki peri sûretle evlense belki de rüyası kâbusa dönerdi. Müphemin, bizim olmayanın, erişilmezin câzibesi. Ama Hugo ile Juliette elli yıl seviştiler. Belki Juliette memnu meyve olduğu için şiiriyetini yarım asır devam ettirebildi.

Mağaradan kaçmak. Fakat nereye? Gece karanlık. Ve rüyalarından başka kılavuzun yok. 

Kitapçı dükkânında karşılaştılar. Yanlarında başkaları vardı. Ama yalnızdılar. Mülakata gelmiştim dedi, nârı beyzâ halindeyim, adım yok dedi, zerreyim, dalgayım, dedi. Ve ayrıldılar. Belki Milton'a görünen kadındı bu. Belki, Beatrice..

Düşüncelerin, müphemin duvarını aşmayacak. O duvarı korkuların ördü, korkuların ve şükranların. Sen bir kölesin, İbni Musa'nın kölesi değil, vehimlerinin kölesi. Sen roman yazamazsın. Hayalindeki kahramanlar da konuşmaktan korkuyor. Sahanlıkta bekleyen düşüncelere kapını açmıyorsun. Ve onlar birer birer uzaklaşıyorlar. Bir daha dönmemek üzere uzaklaşıyorlar...

Cemil Meriç | Jurnal -1 | İletişim Yayınları | 399 s.

Çarşamba, Mart 16, 2016

William Shakespeare | Sone -2

Camille Pissarro | Elderly Woman Mending Old Clothes, Moret | 1902
Kırk yılın kışı, güzel alnını kuşattı mı, / Kapladı mı yüzünü derin çukurlar artık, / Gençliğinin kibirli, süslü giyim kuşamı / Beş para etmez olur, hırpani yırtık pırtık: / O zaman sorarlarsa güzelliğin nerdedir, / Dinç ve şen günlerinin hazinesi ne oldu; / Dersen yuvalarına çökmüş şu gözlerdedir, / Bencillik utancıyla israfa övgüdür bu. / Kavuşur güzelliğin çılgınca alkışlara / "Benim güzel çocuğum beni kurtarır," dersen / "Ve yüzümü ağartır ben yaşlandıktan sonra," / Güzelliğinin onda sürdüğünü göstersen. / O, sen yaşlandığında yeniler varlığını, / Soğuktan donan kanın duyar ısındığını.

William Shakespeare | Tüm Soneler | Çeviri: Talât Sait Halman | Cem Yayınevi | 352 s.

Salı, Mart 15, 2016

Novalis | Geceye Övgüler | 2

Ivan Aivazovsky | Seascape | 1850
Hep yeniden gelmek zorunda mı sabah? Hiç son bulmaz mı yeryüzünün gücü? Uğursuz bir koşuşturma kemirmekte gecenin cennetini. Aşkın o gizli kurban ateşi hiç sonsuza kadar yanmayacak mı? Biçilmiştir ışığa zamanı; ama gecenin hükümranlığı, zamanın ve uzamın ötesindedir. - Sonrasızlıktır uykunun zamanı. Ey kutsal uyku - dünya halinin bu koşuşturması içersinde cimri davranma geceye adanmışları mutlu etmekte. Yalnızca deliler seni yanlış tanırlar ve senin o hakiki gecenin karanlığında acıyarak üstümüze indirdiğin gölgeden başka uyku tanımazlar. Asmaların altın çağlayanında, badem ağaçlarının mucizevi yağında ve gelinciğin kahverengi özsuyunda seni hissetmezler. Bilmezler narin genç kızın göğüslerinde esenin ve orayı cennetin kucağına çevirenin sen olduğunu - eski öykülerden cennetin kapılarını açarak geldiğini ve sonsuz gizlerin suskun habercisi olarak kutsanmışların yuvalarının anahtarlarını taşıdığını sezemezler.

Novalis | Geceye Övgüler | Çeviri: Ahmet Cemal | Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları | 103 s.

Pazartesi, Mart 14, 2016

Albert Caraco | İnsanlar Hem Özgürdür Hem Bağlı

Gustave Dore | Wood of the Suicides, Canto XIII, Inferno | 1878
İnsanlar hem özgürdür hem bağlı, arzu ettiklerinden daha özgür, fark ettiklerinden daha bağlıdırlar, çünkü faniler kitlesi uyurgezerlerden ibarettir ve onların uykudan uyanması asla düzenin çıkarına değildir, yönetilemez olurlar çünkü o zaman. Düzen insanların dostu değildir, onları keyfince yönetmekle yetinir, ender olarak uygarlaştırmaya, daha da ender olarak insanileştirmeye çalışır. Düzen şaşmaz olmadığından, onun hatalarını günün birinde telafi edecek olan şey savaştır, ve düzen bu hataları iyice artırdığı için savaşa gidiyoruz; savaş ile istikbal birbirinden ayrılmaz gibiler. Tek kesinlik şudur: Ölüm, tek kelimeyle, her şeyin anlamıdır, insan ölüm karşısında sıradan bir şeydir yalnızca, halklar da aynı; Tarih bir tutkudur, azaptır, kurbanları sürüyledir, içinde yaşadığımız dünya cehennemdir, hiçliğin ılımlılaştırdığı bir cehennem. Bu cehennemde, kendini tanımayı reddeden insan kendini feda etmeyi tercih eder, o çok kalabalık hayvan türleri gibi, çekirge sürüleri, fare orduları gibi feda etmeyi tercih eder, içinde yaşadığı dünyayı yeniden düşünmektense yok olmanın daha yüce olduğunu, sayılamayacak kadar çoklukla yok olmanın yüceliğini hayal eder.

Albert Caraco | Kaos'un Kutsal Kitabı | Çeviri: Işık Ergüden | Versus Kitap | 120 s.

Pazar, Mart 13, 2016

Eduardo Galeano | Temiz Vicdanlar | 13 Mart

Edvard Munch | By the Deathbed (Fever) | 1893
2007 yılında bugün, United Fruit'in mirasçısı Chiquita Brands muz şirketi yedi yıl boyunca Kolombiyalı paramiliterleri finanse ettiğini ve bu yüzden bir ceza ödemeyi kabul etti. Paramiliterler, grev ve işçi sendikalarının diğer kötü âdetlerine karşı koruma sağlıyorlardı. O yıllarda tam yüz yetmiş sendikacı katledildi. Cezanın tutarı yirmi beş milyon dolar oldu. Tek bir kuruşu bile kurbanların ailelerine gitmedi.

Eduardo Galeano | Ve Günler Yürümeye Başladı | Çeviri: Süleyman Doğru | Sel Yayıncılık | 403 s.

Cumartesi, Mart 12, 2016

Charles Baudelaire | Yabancı

Ivan Aivazovsky | Dante Shows the Artist in the Unusual Clouds | 1883
Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babam mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi? "Ne anam var, ne babam, ne bacım, ne de kardeşim." Dostlarını mı? "Anlamına bugüne dek yabancı kaldığım bir sözcük kullandınız." Yurdunu mu? "Hangi enlemdedir, bilmem." Güzelliği mi? "Tanrıça ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz." Altını mı? "Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim." Peki, neyi seversin öyleyse, olağanüstü yabancı? "Bulutları severim... işte şu... şu geçip giden bulutları... eşsiz bulutları!"

Charles Baudelaire | Paris Sıkıntısı | Çeviri: Tahsin Yücel | Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları | 117 s.

Cuma, Mart 11, 2016

Emil Michel Cioran | Anların Kıyısında

Caspar David Friedrich | Twilight at Seaside | 1819
Şeylerden aldığımız zevki ayakta tutan ve şeylerin hâlâ var olmasını sağlayan, ağlamanın imkânsızlığıdır: Tatlarını tüketmemize ve bunlardan yüz çevirmemize engel olur. Onca yolun ve kıyının üzerinde, gözlerimiz kendi içlerinde boğulmayı reddettikleri zaman, kuruluklarıyla, hayran oldukları nesneyi koruyorlardır. Gözyaşlarımız tabiatı heba eder, kendinden geçişler de Tanrı’yı... Ama sonunda, bizi de heba ederler. Zira ancak en yüksek arzularımızı serbest mecralarına bırakmayı reddederek oluruz: Hayranlığımızın ya da hüznümüzün çemberine giren şeyler, sadece onları sulu vedalarımızla kurban etmediğimiz ve kutsamadığımız için orada kalırlar.

Böylelikle, her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün karşısında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin gerçekleştirilemez oluşu içimizi ürküntüyle doldurur; ve ışık içinde nerede olduğumuzu şaşırmış bir halde, sanki dünya az önce sarsılmış ve kendi Yıldız’ını icat etmiş gibi, bir teki bile bizi zamanın dışına çıkarmaya yetecek olan gözyaşlarından kaçarız.

Emil Michel Cioran | Çürümenin Kitabı | Çeviri: Haldun Bayrı | Metis Yayınları | 166 s.

Perşembe, Mart 10, 2016

Cemil Meriç | Kaçanlar

Antoine Blanchard | Le boulevard Paris | 1970
Paris benim de rüyalarımın şehri. Ben de yıllarca orada yaşadım. Marius'la, Rastignac'la, Julien Sorel'le... Paris'in büyüsü nerden geliyor?.. Evvelâ sevdiklerimin çoğu orada yaşamış. Ve yaşıyor. Kulaklarımızda dost isimlerin musikisi: Chénier, Diderot, Comte.. Bu Flaubert'in, Lamartine'in veya Loti'nin Doğu hayranlığından farklı. Onlar müphem'in nostaljisi içinde. Ben Bilinen'in. Belki bu bir kopuş. Yahut belki de parçanın bütüne hasreti. Londra, New-York veya Moskova... Bütün uzak beldeler gurbet benim için. Yalnız Paris vatan, kafamın vatanı. Ama gönlümle bu topraklara bağlıyım. Tam bir "ecartélement".

Türk aydını yangından kaçar gibi uzaklaşıyor yurdundan. Hayır, kirlettiği bir odadan kaçar gibi. Unutuyor ki vatanı kenefe çeviren kendisi. Aydın, Tanzimat'tan beri Batı kapitalizminin şuursuz simsarı. Tanzimat bir medeniyetin fethi değil bir ırzını teslim. Ve aydın harabe haline getirdiği bu memleketin enkazından bir şeyler yüklenip Batı'ya kaçmak istiyor. O enkazla yeni bir bina kurmak güç şey. Ama zavallı dostlarım, dünyanın en güzel coğrafyasını cehennemleştiren biziz!.. Bavulunuzda, hafızanızda o cehennemi taşıyorsunuz. Kaçış, daima zelilânedir. Bu kaçış bir kendini arayış da değil, pervanenin ışığa koşması da. Hürriyet, hürriyet... ne hürriyeti? Mevcut hürriyetleri kullanıyor musun? 1963 Türkiyesi Voltaire'lerin Fransa'sından yüz kere daha hür. Voltaire'ler nerede?

Cemil Meriç | Jurnal -1 | İletişim Yayınları | 399 s.

Çarşamba, Mart 09, 2016

Albert Caraco | Dünya, Büyük Keşifler Öncesi Gibi

Mihály Zichy | The Triumph of the Genius of Destruction | 1878
Dünya, Büyük Keşifler öncesi gibi, yine kapandı, 1914 yılı ikinci Ortaçağ'ın gelişine işaret ediyor, kendimizi yeniden Gnostiklerin tür hapishanesi dedikleri şeyin içinde, asla içinden çıkamayacağımız sonlu evrende buluyoruz. Dört yüzyıl boyunca sayısız Avrupalıya nasip olmuş iyimserliğin sonucu bu; Kader Tarih'e geri dönüyor ve birden bire nereye doğru yol aldığımızı, başımıza gelenin nedenini soruyoruz kendimize, giderek daha insani bir yaşama eşlik edecek sınırsız bir ilerlemeye babalarımızın duyduğu boş güven demek ki uçup gitti: Çemberin içinde dönüp duruyoruz, kendi eserlerimizi bile tahayyül edemiyoruz. Demek ki eserlerimiz bizi aştı geçti, insanın dönüştürdüğü dünya bir kez daha insan zekasından kaçıyor, hiç olmadığı kadar ölümün gölgesinde inşa ediyoruz binalarımızı, ölüme bizim şatafatımız miras kalacak, çıplak olma vakti yaklaşıyor, geleneklerimiz giysiler gibi birbiri ardına üzerimizden düşerek bizi çıplak bırakacaklar, ancak o zaman yargılanacağız, dışımız çıplak içimiz boş, ayaklarımızın altında uçurum, başlarımızın üzerinde kaos.

Albert Caraco | Kaos'un Kutsal Kitabı | Çeviri: Işık Ergüden | Versus Kitap | 120 s.

Salı, Mart 08, 2016

William Shakespeare | Sone -1

John Roddam Spencer Stanhope | Love and the Maiden | 1877
Artmasını isteriz en güzel varlıkların / Güzelliğin gül yüzü solmasın diye asla, / Bir güzel, yaşlanıp da göçünce bugün yarın / Anısı yaşar yine körpecik yavrusuyla; / Ama can yoldaşındır kendi parlak gözlerin, / Kendi ateşin besler ruhunun alevini; / Kıtlığa çevirirsin bolluğunu her yerin, / Kendi düşmanın gibi, ezersin canevini. / Şimdi sen yeryüzünün taptaze bir süsüsün, / Varlığın çiçek dolu bahardan müjde taşır, / Ama kendi goncanda ruhunla gömülüsün, / Pintiliğin arttıkça kendi sonun yaklaşır. / Dünyaya acımazsan, oburlar gibi ancak / Varlığın da mezar da güzelliği yutacak.

William Shakespeare | Tüm Soneler | Çeviri: Talât Sait Halman | Cem Yayınevi | 352 s.

Pazartesi, Mart 07, 2016

Novalis | Geceye Övgüler | 1

Vincent van Gogh | The Starry Night | 1888
Hangi canlı ve hissedebilen varlık, çevresindeki uçsuz bucaksız dünyanın bütün mucizevi görüntüleri arasından en çok her yeri renkleriyle, parıltılarıyla, dalgalanmalarıyla ve dört bir yanı yumuşacık kucaklayışıyla, uyandıran gün olarak neşeye boğan ışığı sevmez? O ışık ki, yaşamın en derinlerde yatan ruhuymuşçasına, tedirgin yıldızların dev dünyasını solur, ve kendi mavi akışında dans edercesine yüzer - parıltılı, sonrasız bir dinginliğe bürünmüş taştır, anlamlardan örülme, emici bitkidir, ve vahşi, ateşli, türlü biçimler içerisindeki hayvandır o dünyayı soluyan - fakat hepsinden önce, anlam dolu gözleriyle, uçar gibi yürüyüşüyle ve zarif birer çizgi gibi örtüşmüş, ezgilerden yana zengin dudaklarıyla o görkemli yabancıdır. O ışık, yeryüzü doğasına egemen bir kral gibi, her gücü sayısız değişimlere davet eder, sonsuz birliktelikler oluşturur ve çözer, cennetin yansıması olan suretini her yeryüzü varlığına asar. - Yalnızca onun varlığıdır ki, dünyadaki bütün hükümdarlıkların mucizevi görkemini gözler önüne serer.

Şimdi ben, o kutsal, dile getirilmesi olanaksız, gizemli geceye dönüyorum. Dünya uzaklarda - derin bir mezara indirilmiş -, yeri, bir çöl gibi ve yapayalnız. Göğsünün tellerinden derin bir hüznün esintileri yükselmekte. Çiğ taneleriyle birlikte ta aşağılara damlamak ve küllere karışmak istiyorum. - Anıların uzaklığı, gençliğin arzuları, çocukluktaki düşler, bütün bir yaşamın kısacık sevinçleri ve nafile umutları, güneşin ardından etrafı saran akşam sisi gibi, sırtlarında kurşuni giysilerle gelmekteler. Başka yerlerde ışık, neşeli çadırlarını kurmuş. Ya onu masumiyetin inancıyla beklemekte olan çocuklarına bir daha hiç dönmezse?

Nedir bu ansızın sezgilerle yüklü olarak yürekten fışkıran ve hüznün yumuşacık havasını yutan şey? Sen de bizden haz mı almaktasın, ey karanlık gece? Nedir o paltonun altında sakladığın ve ruhumu görünmeden, ama böylesine güçlü etkileyen? Değerli bir merhem sızmakta elinin ay çiçeği demetinden. Ruhun ağır kanatlarını havalandırmaktasın. Karanlık ve anlatılamaz bir biçimde devinmekte olduğumuzu hissediyoruz - ciddi bir yüz görüyorum, neşeli bir ürkeklikle, yumuşacık ve sevgiyle dolu bana eğiliyor, birbirine sonsuz karışmış saç lülelerinin arasından annenin gençlikle yoğrulmuş sevecenliğini sergiliyor. Ne kadar yoksul ve çocukça geliyor ışık bana şimdi - oysa günün veda edişi ne kadar sevindirici ve kutsal. - demek ki bu nedenle, yani gece, hizmet edenleri senden uzaklaştırdı diye ektin uzamın enginliklerine o parlak küreleri, uzak kaldığın zamanlarda sonsuz gücünü - dönüşünü - ilan etmek için. Gecenin içimizde açmış olduğu sonsuz gözler, o parıldayan yıldızlardan çok daha cennet gibi gelmekte. O sayısız orduların en solgunlarının yapabildiğinden bile daha uzağı görebiliyorlar - ışığa gereksinim duymaksızın, seven bir ruhun derinliklerine inebiliyorlar - ve bu da çok daha yüce bir uzamı anlatılamaz bir şehvetle dolduruyor. Dünyanın kraliçesinin, kutsal dünyaların yüce müjdecisinin, mutlu aşkın bakıcısının ödülü - bana seni gönderiyor - narin sevgiliyi - gecenin sevimli güneşini - şimdi uyanıyorum - çünkü hem sana, hem de kendime aidim - sen, geceyi benim için yaşam ilan ettin - beni insan kıldın - ruhun ateşiyle kavur bedenimi, kavur ki, daha yüce bir düzlemde, daha bir içten seninle kaynaşayım ve ondan sonra gerdek gecesi, sonsuzluğa açılsın. [s. 2-3]

Novalis | Geceye Övgüler | Çeviri: Ahmet Cemal | Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları | 103 s.

Pazar, Mart 06, 2016

Zygmunt Bauman | Kipling'in Kırkayağı

Joan Miro | Landscape [The Hare] | 1927
Rutini sorgulamak ve bozmak herkesin hoşuna gitmeyebilir; o güne kadar "kendi bildiğince süregelmiş" şeylerin rasyonel çözümlemesini istediğinden, birçok kişi bilmedikleştirmenin meydan okuyuşuna öfke duyar. Kipling'in öyküsündeki kırkayağı düşünün... Kırkayağının kırkını da rahatlıkla kullanarak güzel güzel yürürken karşısına çıkan bir dalkavuk, onun eşsiz hafızasına övgüler düzmeye başlar ve hiçbir zaman yirmi birinci ayağından önce on ikinci ya da otuz beşinciden önce yirmi dokuzuncuyu atmadığını söyler. Acımasızca özbilinç kazandırılan zavallı kırkayak artık bir adım bile atamaz olur. [s. 24] 

Zygmunt Bauman | Sosyolojik Düşünmek | Çeviri: Abdullah Yılmaz | Ayrıntı Yayınları | 272 s.

Cumartesi, Mart 05, 2016

Eduardo Galeano | Hijyenik Önlem Olarak Boşanma | 5 Mart

Luis Buñuel | Él | 1953
1953 yılında Meksika'da Luis Buñuel'in Él (O) isimli filmi gösterime girdi. İspanyol sürgün Buñuel, yine İspanyol sürgün Mercedes Pinto'nun evlilik hayatının işkencelerini anlattığı romanını filme çekmişti. Film üç hafta afişlerde kaldı. Seyirciler Cantinflas'ın bir filmiymişçesine çok gülüyorlardı. Romanın yazarı İspanya'dan 1923'te kovulmuştu. Madrid Üniversitesi'nde adı bile tahammül edilmez gelen bir konferans düzenleme suçunu işlemişti: Hijyenik önlem olarak boşanma. Diktatör Miguel Primo de Rivera onu telefonla arattı. Katolik Kilisesi, Santa Madre adına konuştu ve birkaç kelimeyle tüm söyleyeceğini söyledi: "Ya susarsınız ya da buradan gidersiniz." Ve Mercedes Pinto gitti. O andan itibaren, bastığı yeri uyandıran yaratıcı adımı Uruguay'da, Bolivya'da, Arjantin'de, Küba'da, Meksika'da izini bıraktı...

Eduardo Galeano | Ve Günler Yürümeye Başladı | Çeviri: Süleyman Doğru | Sel Yayıncılık | 403 s.

Cuma, Mart 04, 2016

Cemil Meriç | Kitaplar

Cemil Meriç | 1916 - 1987
Kalbi var kitapların, onları bir kerhane sermayesi gibi haşin parmaklarınla mıncıkladın mı senin oldular sanıyorsun. Gaflet. Senin olan, sadece on dakikalık tenleri. Konuşmaz seninle kitap, o bir basamak değildir, sırtına basıp ikbale tırmanamazsın. Tırmanmaya tırmanırsın ama, Kapitol'den Tarpea'ya fırlatılmak için. 

Kahrını çekeceksin kitabın, hizmetinde bulunacaksın. Senelerce, senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp emirlerini dinleyeceksin... Adam vardır, Aristo'yu Atina kerhanelerinin adresini sormak için, köşebaşında bekler. Adam vardır, kenef süpürtür Venüs'e. Ve kitabı, ağzına kadar ruhla dolu kutsal bir emanet olarak değil, maddi refahına hizmet edecek bir hüddam olarak görür.

Cemil Meriç | Jurnal -1 | İletişim Yayınları | 399 s.